Osmanlı Safevi Çatışması ve Karakalpak (Karapapak) Türkleri

15.yüzyılın ikinci yarısında dünyanın en büyük siyasi gücü Osmanlı Devleti idi. Yine başka bir Türk devleti olan İran coğrafyasında kurulmuş Safeviler de Ortadoğu ve Kafkaslarda etkinliğini duyurmakta idi. Moskova Kınezliği Kırım Halığı’na vergi veren zararsız bir beyik iken, Çar 4.İvan (Korkunç İvan) döneminde Kırım Hanlığı’nı mağlup ederek Kazan ve Astarhan’ı ele geçirdi. Böylece Zengin Volga Havzasına sahip olan Moskova Kınezliği büyüyerek Rus Çarlığının temelini attı.

Bu yıllarda Kuzeyde Kafkas eteklerinden Güneyde Revan, Gence, Karabağ ovalarına kadar geniş bir alanda yaşayan Karapapaklar, at ve koyun besiciliği yaparlar siyah keçeden yapılmış kara çadırlarda otururlardı. Kaşar, Gravyer ve Talum peynirlerinin yanı sıra kilim, cicim, keçe ve halı dokumacılığı ile astragan kürk koşum ve eğer takımları üretimi ile uğraşırlardı. Bu ürünler Kür ırmağı ve Astragan üzerinden dış piyasalara gönderilirdi. Hemen hepsi Hanefi Mezhebine bağlı olup dindar insanlardı. Bilhassa Halveti Tarikatı’nın Karapapaklar (Terekemeler) arasında saygınlığı çok fazla idi. Yine bu dönemde zaman zaman komşuları Gürcistan’a sık sık yağma akınları düzenlediklerinden, Gürcistan Krallığı Safevi Şahı Tahmasp’la Karapapak akınlarını önlemek için anlaşmıştı. Buna göre Gürcistan İran’a (SAFEVİ Şahına) her yıl 18 bin tümen verecek buna karşılık şah savaşçı Kazaklıları bulundukları bölgeden çıkartacaktı. Gerçekten şah Karapapakları (Terekemeleri) Horasan’da yaşamaları için mecburi göçe tabi tuttu. Fakat göç hazırlıkları yapılırken Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Emir Efendi (İran) Safevi şahına bir mektup yazarak göçün durdurulmasını rica etmişti. Karapapakların (Terekemelerin) hanı Bedreddin Han da Şeyh Emir’in müritlerinden idi. Bu mektuptan sonra Safevi şahı göçten vazgeçtiği gibi Karapapaklarla (Terekemelerle) Gürcülerin sorun çıkarmadan yaşamaları için gayret gösterdi.

Orta Asya ve Kafkaslardaki hanlıklar Rusya’nın olduğu kadar Safevilerinde ilgisini çekiyordu. Irakeyn seferinden sonra (1534) Osmanlı Devleti de bölgeye ilgi duymaya başladı. Böylece başlayan Safevi ve Osmanlı mücadelesinde en çok etkilenen ve zarara uğrayan Karapapaklar oldu. Gence, Karabağ, Revan, Şirvan ve Şamahı gibi Karapapakların yoğun bulunduğu bölgeler sık sık Safevi ve Osmanlılar arasında el değiştirdi.
Safevi Şahlığı Şii Mezhebi’nin, Karapapaklar arasında yayılması politikasına, çok önem veriyordu. Bu nedenle çeşitli baskı yollarını deneyen şah onlardan “Sakal vergisi” almaya başladı. Karapapaklar (Terekemeler) bu vergiyi Şii olmadıkları için ödemek zorunda idiler. Şah Tahmasp baskısını giderek arttırdı ve Karapapak/Terekeme hanı Bedreddin’i gözaltına aldı. Ayrıca bazı nüfuzlu Karapapak-Terekemeler rütbe ve ünvanlarla şiiliğe kazandırılmaya çalışıldı. Bedreddin’in oğlu Nazar Han şiiliği benimsediği için babasının tahtına oturmuştu. Nazar Han Safevi yanlısı politika izleyerek 8 yıl kadar Osmanlılarla çarpıştı. Nazar uzun yıllar kader birliği ettiği soydaşları Sünni Karapapak-Terekemeler üzerine yıpratıcı seferler düzenlemeye başlamıştı. Şiiler “Tacı Hayderi” denilen on iki dilimli kırmızı sarık kullanıyorlardı. Sünniler ise şiiliğin sembolü sayılan kırmızı başlığı değil de Siyah börk kullanmada ısrarlı idiler. Bu nedenle Karapapaklar-Terekemeler iki gruba ayrıldılar. Sünniliği kabul eden, politikada Osmanlı yanlılarına siyah başlıklarını atmadıkları için Karapapak denirken Safevi yanlısı kızıl börklü şiilere ise Kızılbaş denmeye başlandı.
Osmanlı Devleti 1544’de Nahçıvan seferi ile Revan ve Karabağ’ı ele geçirdi. 1555’de ise Amasya Antlaşması yapılarak iki taraf arasında barış sağlandı.
Şah Tahmasp’ın, karısı tarafından zehirlenerek öldürülmesi üzerine şahın oğulları arasında başlayan iktidar mücadelesi Safevi Devletini güç durumda bırakmıştı. Bu durumdan yararlanmak isteyen Osmanlı Devleti Kıbrıs’ın fethi sırasında önemli hizmetleri bulunan Lala Mustafa Paşa’yı serdar tayin ederek Safevi seferine memur etti. Osmanlı ordusu 3 temmuz 1578’de Erzurum’a gelince Özdemiroğlu Osman Paşa da sefere katıldı. Osmanlı ordusu Erzurum’da iken Kars Sancak Beyi Yusuf Bey Safevi Devletine bağlı Ahırkelek beyi Mahmud’u Çıldır Gölü’nün kuzeyindeki “Canbaz Çukuru” denilen yerde mağlup ederek bir çok esir ve ganimet almıştı.
Lala Mustafa Paşa ise 23 Temmuz’da Erzurum’dan hareket ederek, Soğanlı ve Allahuekber dağlarını aştıktan sonra Göle üzerinden Ardahan’a girdi (5 Ağustos 1578). Ardahan’da fazla kalmayan Osmanlı ordusu sınırı geçerek Safevi topraklarına girdi. Kısa bir süre içinde Veli ve Akçakale’yi ele geçirdi. Bu sırada Safevi’li kumandan Tokmak Han Gürcistan topraklarında ilerleyen Osmanlı Ordularının ikmal yollarını kesmek için Çıldır üzerine yürüdü. Fakat Özdemiroğlu Osman Paşa’nın kuvvetlerine Çıldır Ovası’nda yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Bu savaştan sonra Ahıska, Ahırkelek, Temük ve Hıtız kaleleri Osmanlıların eline geçti.
Bu sırada Şah Tahmasp’ın kayınbiraderi olan Gürcistan hakimi Davit Han Osmanlı ileri harekatı karşısında Gürcistan’ın merkezi olan Tiflis’i yakarak kaçmıştı. Bu nedenle şehir kısa bir süre içinde Osmanlıların kontrolüne girdi.
Osmanlı orduları Tiflis’in fethinden sonra Şirvan’ı almak üzere güneydoğuya hareket etti. Kür Nehri’nin kollarından olan Yora ve Kanık arasındaki Şırak mıntıkasında Safevi Kuvvetlerini yenerek Şeki ve Şirvan’ı ele geçirdiler. Bundan sonra Özdemiroğlu Osman Paşa Şirvan ve Dağıstan valiliğine tayin edildi.
Şirvan’ın fethinden sonra Lala Mustafa Paşa Özdemiroğlu’nu emrinde bir kısım kuvvetle bölgede bırakarak kışlamak üzere Erzurum’a geldi. Osman Paşa’nın az bir kuvvetle kalmasından yararlanmak isteyen Safeviler, İmam Kulu Han’ın yönettiği onbeşbin kişilik bir kuvvetle Şamahı’ya doğru ilerlediler. Osmanlı kuvvetleri ise yirmibeşbin kişi kadardı. 9 Kasım 1578’de I.Şamahı Muharebesi her iki taraf içinde çok yıpratıcı oldu. Fakat Kırım kuvvetlerinin yetişerek Osmanlılara yardım etmesi üzerine Safevi kesin bir yenilgiye uğradı. Bu arada Nahcıvan beyi Şerf Han Osmanlı himayesini kabul etti.
Safeviler I.Şamahı Muharebesinden sonra yeniden toparlanarak harekete geçtiler. Bu sefer Safevi ordusunun başında. Şah Hüdabende’nin oğlu Hamza ile başvezir Mirza Salman bulunuyordu. 27 Kasım 1578’de yapılan II.Şamahı Muharebesini de kaybeden Safevi kuvvetleri çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaşlardan sonra Osman Paşa kışlamak üzere Derbent’e çekildi. Elinde çok az bir kuvvet kalmıştı. Yiyecek sıkıntısı ve soğuk kış şartları altında yılmadan mücadeleye devam ediyordu.
Erzurum’da bulunan Serdar-ı Ekrem Lala Mustafa Paşa, Safevi Devletine karşı güvenlik önlemleri almak ve yörede Osmanlı egemenliğini pekiştirmek için Kars Kalesi’nin inşaatını başlattı. 27 Temmuz 1579’da başlayan inşaat gece ve gündüz devam ederek 28 günde tamamlandı.İç ve dış surlarla birlikte 27 bin metre tutan sur inşaatının bu kadar kısa sürede bitmesi Osmanlı kuvvetlerinin teknik üstünlüğü, personelin azim ve gayretlerinin büyüklüğünü göstermesi bakımından çok önemlidir. Kale İnşaatında bizzat Serdar Lala Mustafa Paşa’nın inşaat için taş taşıması son derece önemli bir olaydır.
Fakat Lala Mustafa Paşa 1580’de öldü. Yerine tayin edilen serdar Sinan Paşa zamanında ciddi bir şey yapılamadı. Bu arada Ozdemiroğlu Osman Paşa bir avuç kuvvetle Derbent’de bulunuyordu. Safeviler ise Şirvan ve Şeki dolaylarını geri almak için harekete geçmişlerdi. Bölgeyi savunan Kırım Hanı’nı mağlup ederek esir almışlar ve Alamut kalesine hapsetmişlerdi. Osman Paşa ise İstanbul’dan yardım istemişti. Kendisine 80 bin kadar Rumeli askeri yardıma geldi. Nihayet 29 Nisan 1583’de Samur Çayı dolaylarında bulunan Baştepe’de büyük bir savaşa başladılar. Savaş, meşaleler yakılarak gecede devam ettiğinden tarihte Meşaleler Savaşı olarak tanınır. Bu savaşta sahte kaçış taktiği uygulayan Özdemiroğlu, Safevi kuvvetlerini yenilgiye uğratarak çekilmeye mecbur etti.
Bu sırada Sinan Paşa serdarlıktan alınarak yerine Ferhat Paşa getirildi. Ferhat Paşa’nın serdarlığı sırasında Osmanlı-Safevi ilişkileri gerginliğini korudu. Bu sırada Özdemiroğlu Osman Paşa veziriazamlığa getirilmişti. Osman Paşa’nın veziriazamlığı üç ay kadar devam etti. Safevi savaşlarının kötü gitmesi üzerine Serdarlığa atanarak cepheye gitti.
Onun gidişi ile durum Osmanlıların Lehine gelişmeler gösterdi. Bu arada Tebriz Osmanlı kuvvetlerinin kontrolüne girdi. Serdar Osman Paşa rahatsız olduğu için bir süre sonra öldü. Yerine ikinci kez Serdarlığa atanan Ferhat Paşa 1590’da Safevi ile bir antlaşma yaparak savaşa son verdi. Bu antlaşmaya göre Gürcistan, Luristan, Siravan ve Karabağ’ın Osmanlılara ait olduğu her iki tarafça kabul ediliyordu. Bölgede yaratılan mezhep ayrılığı nedeni ile hiç bir zaman kalıcı bir barış sağlanamıyordu.
8 Mart-1585’de Sünni Karapapaklar-Terekemeler, Şii soydaşları üzerine büyük bir baskın yaparak pek çok esir ve ganimetle geri dönmüşlerdi. Bu arada Şiiliği benimseyen Nazar Han 28 Ağustos 1587 yılında Osmanlı orduları başkomutanı Ferhat Paşa’nın huzuruna çıkarak özür diledi. Bundan sonra Kür boylarının önemli bir yerleşim merkezi olan Loru Eyaleti Beylerbeyliğine atandı ve kendisine Paşalık rütbesi verildi. Böylece Gence ve Karabağ dışındakiler hariç bütün Tereke-meler Sünniliği yeniden benimsemiş oldular.
Fakat Safeviler, Nazar Han ve ona bağlı Terekemelere dönük diyerek affetmediler. Nitekim Nazar Han’ın ölümünden sonra Osmanlı Devleti babasının görevini oğlu Mehmet’e verdi. Fakat Osmanlı Devleti yeni bir sorunla uğraşmak zorunda kalmıştı. Bütün ülkeyi kasıp kavuran Celali terörü devleti çok yıpratmıştı. Bu durumu değerlendiren Safevi 1590’da Osmanlı topraklarına saldırarak Gence ve Revanı ele geçirdi. Safevi Şahı I.Abbas Loru Beylerbeyi Mehmet Paşa’yı Kızılbaşlık tacını giymesi koşulu ile yerinde bıraktı.
Şah Abbas Mehmet Paşa’ya pek güvenmiyordu. Nitekim Mehmet Paşa’nın gizlice Osmanlı yanlısı bir politika izlediğini sezince onu öldürterek yerine kardeşi Mustafa’yı getirdi. Fakat Mustafa da babası gibi Osmanlı yanlısı politikaya kayması üzerine 1614’de Şah Abbas Şemseddinlü Deli Mehmet vasıtası ile Loru beyi Mustafa paşayı öldürmüştü. Bu yıllarda Sünni olmak Osmanlı yanlısı, Şii olmak ise Safevi yanlısı politikayı benimsemekle eş anlama gelmekte idi. Şah bu nedenle Kazak Karapapak Terekemelerini dönük saydı ve “sınır boylarında bunlara güvenilmez” diyerek güvendiği adamlardan Şemsi Beyi Loru valisi yaptıktan sonra şüpheli gördüğü Karapapakları da mecburi göçe tabi tuttu. Muhacirler Gence, Revan ve Şirvan dolaylarına dağıtıldılar. Bugün buralarda Borçalı ve Kazaktı boylarının çeşitli oymak ve uruğlarının isimlerini köy nehir ve dağ isimleri olarak görmek mümkündür. Kazaklar, Paydar, İspirlü, Demirci Hasanlu Cekvanlı ve Nehri oymakları Kazaklı boyundan olup, Ak-Tala, Uzunlar, Gölegiven, Taşir Pembek ve Arpalü oymakları ise Borçalı boyuna mensuptur.

Osmanlı Hükümdarı III.Murat zamanında Loru Beylerbeyliği üç sancağa ayrılmıştı.
Bu sancaklar ve bağlı oldukları nahiyeleri Kuzeyden güneye doğru şöyle sıralayabiliriz:
1. Ak-Tala Sancağı:
Ak-tala, Küçük Aktala, Moşuluk, Boklu-Kilise, Sanahin, Haşur Kazan, Kümbt, Baysunkur, Tuman-Kendi, Aşağı Benefşe, Yukarı Benefşe, Kızılkaya, Köşevet, Kazman.
2. Taşır Sancağı:
Taşır Abad, Yukarı Çıgalu, Aşağı Çıgalu, Kervansaray, Kuyumcu Kendi, Budak Kendi, Sınık Kilise, Kosa Bulak, Kırk Bulak, Kara Bulak, İki Çardaklı, İki Çorak, Balıklı, Sarı Kala, Karakala, Türk Dere, Beğ Kendi.
3. Laru Sancağı:
Loru, Calu, Dölbendlü Varta Pulur, Vank, Yassı koy, Viran Loru, Çekersen, Celaloğlu, Ovanas Kendi, Emraz Köy, Otarşen Balıkçı, Çarçı, Uzunlar, Çaku, Bogos, Kırebaş, Yalancı Mirza, Molla Yasin, Mukarat Gölegiren, Pir Kendi Sancak, Akhabut Veren Köy, Ercesan, Ekedağ, Iğıkı, Südebadik.
4. Pembek Sancağı:
Güngörmez, Bozabdal kömürlük Yukarı Sarımsaklı, Aşağı Sarımsaklı, Kara Tur, Almalı, Çıbıklı, Güneyli Arçut Yenice, Hamamlı, Çıldır, Darbant, Paşacık, Sandal Kışlığı, Pire Kendi, Armutlu, Koca Beçen Borçalı (Sarıyar), Hamza Çimeni, Üleşek, Tekurans Sorak Deve, Ahirmalik, Tekelik Kamberoğlu Gökyokuş, Bulaklı, Tezeklü, Deve Boynu Koçu Kendi, Kazanlu.
1728 yılında Osmanlı yönetimi bu dört vilayeti birleştirerek Tiflis Eyaleti diye adlandırdılar.
Tiflis Eyaleti’nde şu yerler Karapapaklara aittir:
Arpalu Sancağı, Kangar, Ağçakala, Kalp, Çavdar, Baratlu, Paydar, Taşir, Loru, Hasanlu, Pembek.
Çağın iki süper gücü olan Osmanlı ve Safevi, Kür boylarında ve Dağıstan’da kendi görüşlerini benimseyen bu savaşçı Karapapaklara dayanarak kamuoyu oluşturmaya devam ettiler. Karapapakların bölünmesi kısa vadede Safevi ve Osmanlılar için yararlı olmuşsa da uzun vadede Türk dünyası açısından zararlı sonuçlar doğurdu. Bölgede ne Safevi ne de Osmanlı tam bir egemenlik sağlayamadılar. Neticede hep Türk kanı aktı. XVIII. yüzyıldan sonra Safevi ve Osmanlının zayıflaması ile parçalanmış ve mezhep ayrılıkları ile mücadele eden Kafkas Türklüğü güçlenen Rusya için kolay bir yem haline geldi.

 

Derleyen :  Toktahan

 

KAYNAKÇA
Karapapak ve Terekemelerin Siyasi ve Kültür Tarihine Giriş,  Orhan YENİARAS.

Hamidiye Alayları’ndaki Türk Dışı Unsurlar ve Karakalpak Türkleri Arasındaki Farklar

Hamidiye Alayları girişimi Osmanlı Devleti’nin 1878 can çekişme krizini geçici olarak atlatmasından sonra, devletin yeni bir bunalıma girmemesi için önlem alınması gerektiğinin farkına varıldığı dönemde başlamıştır. Kısacası, ömrünün sonuna gelmiş olan Osmanlı, kafasına silah dayamış ve sadece tetiği çekmeye karar verip vermeme durumunda kalmıştır.
Makalemizde göreceksiniz ki, Osmanlı devletinin can çekiştiği ve Kafkasya’yı, Artvin’i, Kars’ı ve Karapapak Türklerinin yoğun yaşadığı coğrafyaları Ruslara savaş tazminatı olarak terk etmesinden sonra “belki tekrar ayağı kalkarım” ümidiyle Türk dışı unsurlara verdiği taviz ve bu tavizlerin getirdiği son noktayı görme fırsatı bulacaksınız.

Karapapak Türkleri Ağrı merkezi (o dönemde Karaköse Köyü) ve ilçelerine 93 harbinden sonra değil daha önceleri gelmiş, oraya yerleşmiş ve oraları yurt edinmiştir. Sanıldığının aksine Karakalpak Türkleri Ağrı ili ve ilçelerine Hamidiye Alayları vasıtasıyla gelmemiştir. Orada zaten vardırlar. Kafkasya’da en yoğun olan Türk boyu ise Karapapak Türkleridir. Keza makalemizin içerisine Hamidiye Alaylarının 53 maddelik kuruluş kanununun bazı maddelerini sırf bunun için yerleştirdik ki, “Benim dedemin sayesinde geldiniz” gibi akıl almaz zırvalıkları da bertaraf etmek için. Böyle diyen şahıslara şunu söylemek lazımdır: “Osmanlı devletinde o kadar mareşal, general, amiral öldü mü ki, senin deden yada dedelerin kendi kafasına göre yer versin yurt tayin etsin !”
1926 Yılında Vilayetin Doğubeyazıt’tan Ağrı’ya taşınmasının en belirgin sebebi de Karaköse Köyü ve çevresindeki yerleşim yerlerinde yoğunluğun Karapapak Türkleri olmasıdır. Yoksa M.Kemal Atatürk neden Karaköse Köyünü vilayet yapsın ki? Aslında sorulması gereken soru da bu olmalıdır, tabiki başka sebepler vardır ama en belirgin ve göze çarpan özellik burada yoğun yaşayan halkın Karapapak (Karakalpak) Türklerinden oluşmasıdır.
Haaa ! Bu arada “Ben Osmanlı Torunuyum” diyen bir Karapapak Türk’ü görürseniz umursamayın! Keza O, 93 harbinde Osmanlı’nın Karapapak Türklerini Rusların ve kan düşmanı Ermenilerin katliamına terk ettiğinin farkında bile değildir! Yine O, Enver Paşa’nın Türkçülüğü en iyi benimsemiş Karapapak Türklerinden oluşan Kafkas İslam ordusundan da haberi yoktur. Olsaydı şayet, şunu da düşünürdü “Kafkas İslam ordusunun bel kemiğini oluşturan Karapapak Türklerinin Kurtuluş savaşında ve öncesinde kati surette Atatürk’e destek verdiğinden” de haberi olurdu.

Gelelim Vaktiyle üç kıtaya hükmetmiş ama Türkleri Etrak-ı bi’drak (Akılsız Türk) olarak nitelendiren Osmanlı İmparatorluğunun durumuna;
Osmanlı’nın Balkan Devletleri’ne karşı dayanağı olan üçte ikisi İslam’ı kabul etmiş olan Arnavutlardı. Osmanlı askeri müdahalenin zor olduğu dağlık bölgelerde yaşayan bu halkı direk devlete bağlamaktansa kendi koşulları altında özerklik tanıdı, buna karşılık ihtiyaç olduğunda devletin emrine kolayca giriyorlardı. Bu tür özerklik uygulaması benzer coğrafyaya sahip, Arapların Cebeli Lübnan’ında ve Türkmenlerle Kürtlerin yoğun olduğu Doğu Anadolu’da da uygulanmıştır. Doğu Anadolu’da tarih boyunca Osmanlı’nın sorunu olan İran’a karşı da Kürt ve Arap Aşiretleri’ni kullanmıştır.
1878 yenilgisinin ardından imzalanan Berlin Anlaşması’nın 61. Maddesine yerleştirilen hüküm Avrupa’nın bu bölgeye de müdahalesini gündeme getirdi: “Bâbıâli, Ermenilerin meskûn oldukları eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin güvenliğini Çerkes ve Kürtlere karşı korumayı taahhüt eder.” Osmanlı’nın bütün vilayetlerinde devlet görevlilerinden ve aşiretlerin yasadışı uygulamalarından şikâyetçi olanlar vardı, ancak Berlin Anlaşması’nda bunun milliyetçi bir nitelikte yerleştirilmesi ön yargının bir göstergesidir. Çerkezlerle Azerbaycan Türklerine Rusların yaptıklarından hiç bahsetmiyorlardı.
Avrupa devletlerinin baskısıyla, işgal ettiği İstanbul’u ve Balkanlar’ı geri vermek zorunda kalan Çarlık, Orta Asya’dan Hindistan’a, Kafkaslar üzerinden de Basra Körfezi’ne inme planları oluşturuyordu. Bunun için Ermenileri kullanmaya yöneldi ve bu amaçla Ermenilere silah ve para yardımı yapmaya başladı. Böylece, Balkanlar’dakine benzer ayrılıkçı akımların Anadolu’da ortaya çıkmasına sebep oldu. Irak’ın Arap aşiretlerini kendisine bağlamış olan İngiltere de Rusya’yı engellemek amacıyla, Ermeniler gibi Kürt aşiretleri arasında da yandaş aramaya hız verdi. İngilizler Ermenilerin yanı sıra Araplara ve Kürlere de para ve silah vererek onları yanına çekmeye çalışıyordu.
Abdülhamit’in karşı taktiği, İslami dayanışmayı ön plana getirerek özerk yaşayan aşiretleri devletin resmi birliklerine dönüştürerek örgütlemekti. Aynı zamanda, bu eski özerk yaşamlarından çıkarılıp devlet kurallarına tam bağımlı hale getirilmesinin de ilk adımını oluşturmaktaydı. 1890’da Ermeni kiliselerinde yapılan araştırmalar sonucunda bulunan silahlar işin ciddiyetini ve acilen önlem alınması gerekliliğini ortaya koymuştu. Çözüm önerisi Erzincan’daki 4. Ordu Kumandanı Müşir Zeki Paşa’dan geldi. Karşıtlarının çok olmasına rağmen kabul edildi, çünkü Abdülhamit İngiltere’ye göre daha dostça davrandığı Rusya’nın da Ermeni ihtilalci kurumlara yardım ettiğini biliyordu. Bunda Abdülhamit’in “Rusya’ya karşı bir harpte, disiplinli birlikler halinde toplanmış olan aşiretler bize çok hizmet yapabilirler; birliklerde öğrenecekleri itaat duygusu da onlar için iyi olacaktır.” görüşü de önemliydi. Vilayeti Sitte’de belli başlı aşiretleri Hamidiye Süvari Alayları şeklinde düzenlediler. Bu isim ile onlarda, doğrudan Sultan ile bağlantıda oldukları inancını pekiştirerek bağlılıklarına kutsal bir nitelik hedefi güttüğü belliydi. Bölgede yüzyıllardan beri ayrı ve karşıt gruplar halinde yaşamış aşiretleri karıştırarak bir askeri düzen oluşturmak tabii ki mümkün değildi. Ayrıca askeri işlere bulaştırmadan aşiret reislerini memnun etmek gerektiğinden alay ve bölük komutanları askeri meslekten, diğer subaylar -binbaşı, kolağası gibi- aşiretin ileri gelenlerinden seçilecekti. Bunlardan devlete sadık olanlar, irade-i seniye ile Miralay rütbesine atanacak ancak yanlarında yardımcı olarak bir “nizami subay” bulundurma mecburiyeti olacaktı. Böylece birliklerin yönetimi her zaman devletin kontrolünde olacaktı.

Hamidiye Alayları kurulduktan bir sene sonra 1891’de 53 maddelik Hamidiye Alayları Nizamnamesi oluşturuldu. Bu nizamnameden birkaç madde:
1.Madde: ”Memleketin yabancıların düşmanlıkları ve saldırılardan korunması için düzenlenmesi gereken heyeti askeriyenin oluşumu, o memleket ahalisinin genel nüfusuna ait bir yükümlülük cümlesindendir. Bu yükümlülükten ahalinin bir kısmının ayrı tutulmasının genel kuvvetin eksikliğine sebep olacağı da malumdur. Bu meşru (şer’an caiz) kaidenin Memaliki Şahane’de yürürlükte tutulmasına bağlı olarak Osmanlı umum kuvvetinin artması ve çoğaltılması, özel durumları sebebiyle şimdiye kadar tamamiyle askeri düzen altında olarak askeri hizmette bulunmayan ve cündilik (ata binicilik) ile ünlü ve bunu huy edinmiş oldukları halde çadırda oturan aşiret fertlerinden yeni baştan Asakari Hamidiye yüce namıyla süvari Aşiret Alayları kurulması, Halife Hazretlerinin yüce buyruğudur.”
19.Madde: ”Hamidiye Süvari Alayları askerleri Türkmen, Karakalpak (Karapapak), Kürt ve Arap aşiretlerinden olacağından, bu kavimlere mensup olanlardan her birinin elbisesinin mensup olduğu kabilenin geleneksel giysilerinin şekil ve kıyafetlerine uygun olması gereklidir. Üzerlerinde diğer halklardan farklı olacak şekilde alayın ismi ve numarası yazılı bir alameti farika bulundurulacaktır.”
Son Madde: ”Aşiretlerin Hamidiye Alayları’na dâhil olmayanları da Askere Alma Kanunu’na tabi olup hiçbir şekilde bunların genel kuvvetten hariç kalmalarına izin verilmeyecek ve gerektiğinde zor ve şiddet kullanılarak askere alınmalarına son derece itina olunacaktır.”

Başlangıçta alay sayısı 50 kadarken 1908’de 65’i buldu. Nizamnameye göre her alay 4-6 bölükten oluşacak, her alayda en az 512, en çok 1152 savaşçı bulunacaktı. Büyük aşiretlerin birden fazla alay kurma hakkı varken küçük aşiretler ise birkaç bölük kurma hakkına sahipti. Buna karşılık alayları birleştirme ve eğitim için bir araya getirme yasaktı. Birleşmeye sadece hükümetin ya da ordu kumandanının güdümünde ve savaş alanında izin verilmişti. Her alaydan bir çocuk İstanbul’da süvari mektebinde eğitime tabi tutularak mülazım rütbesini alınca memleketine dönecekti. Her alaydan iki çavuş da ordu merkezinde eğitim görecekti. Sultan Abdülhamit bu vasıtayla İstanbul’a davet ettiği aşiret reislerini ödüllendirmek ve dolayısıyla bağlılıklarını arttırmak için bir araç olarak kullandı. Ekim 1892’de denetimi arttırabilmek için aşiret reislerinin çocuklarının eğitileceği “Aşiret Mektebi’nin” kurulması çalışmaları başladı. Eylül 1894’te öğretim başladı. Eğitimlerini tamamlayan öğrenciler mezun olunca kendi bölgelerinde devlet hizmeti yaptılar. Bu sayede hem göçebe olan topluluklar yerleşik hayata geçiriliyor hem de merkeze bağlı yöneticiler oluşturuluyordu. Bu amaçla Hamidiye Alayları’na katılmayan aşiret üyeleri de ilk kez askerlik kurallarına tabi sayıldılar. Ayrıca aşiret ve kabilelere dâhil 17-40 yaş arasındaki bütün erkeklerin nüfus sayımı yapılmasına karar verildi. Erkekler üç sınıfa ayrıldılar: 17-20 yaşındakiler “ibtidaiye”, 20-32 yaşındakiler “nizamiye”, 32-40 yaşındakiler “redif(ihtiyat)”.

Hamidiye Alayları 1893’te Bitlis’in Sasun kazasında Ermenilere karşı büyük başarı gösterince Avrupa’dan bu örgüte tepkiler yağmaya başladı. Tıpkı Balkanlarda olduğu gibi Ermenilerin yaptıkları gündeme gelmiyor, Hamidiye Alayları suçlanıyordu. Bunun üzerine hükümet yeni bir düzenleme girişiminde bulundu ve 1896 başında ikinci nizamname yayınlandı.
Genelde birincinin esaslarından fazla uzaklaşılmadı. Asıl sorun ise alay kuran aşiretlere bölgedeki devlet yönetiminin dışında sadece Yıldız’dan gelen emirlerle hareket etme hakkının verilmesiydi. Sadettin Paşa’nın Hamidiye raporuna göre, son derece güçlenen bu askerlerin kimi zaman yokluktan, kimi zaman da bağlı oldukları aşiretin baskısıyla özellikle gayrimüslimlere kötü muamele ettiği ortaya çıkıyor. Sadettin Paşa: ”Buradaki askerde disiplin yoktu.” “Askerler subayların maaşlarıyla erzak alıyor ve satıyor.” “Köylerden vergi toplama işini asker yapar. Hem de başlarında subay bulunmadan, bir onbaşı kumandasında 15-20 asker gönderilir. Bunlar köye yaklaştıkları zaman bir yaylım ateşi açarlar. Köylüler şuraya buraya sokulurlar. Bu yüzden köylerden bazıları dağılmıştır. Köylerden tahsil ettikleri parayı hükümet konağına götürmezler. Mal müdürünün evine götürürler, böyle işler askeri şımartmış azdırmıştır.” “Bazı subaylar görevi kötüye kullanarak Müslüman ve Ermeni köylerine baskınlar yaparlar.” ”Kalk oradan kaymakam, ben senden rütbece büyüğüm diyerek kaldırıyorlar. Her türlü hırsızlığı yapıp, cinayet işledikleri zaman yakalayıp cezalandıracak hükümet olmadığı gibi sorgulayacak adliye memurları da yoktur.” “Paşa hem Kürt ve Türk ahalinin, hem de Ermenilerin ileri gelenlerini uyarıyor. Ermenilere “Hesapsız davranmayın, yoksa Kürtlerle baş başa kalırsınız” derken, Kürt aşiretlere de “Efendimiz bölgede beni yetkili kıldı. Ermeniler isyan ederse asker silah kullanarak bastırır. İslam ahalisi söz dinlemez, vazifesi olmayan işe kalkışırsa size karşı da silah kullanırım.” diyor”.

Aşiretlerin bu derece güç sahibi olması alay kurmamış aşiretleri de harekete geçirdi. Başvurusu kabul edilmeyenlerin rejim aleyhtarı davranışa yöneldikleri görüldü. Karakalpak aşiretleri sadakatten ayrılmazken, Kürt ve Arap kökenli aşiretlerde bağımsızlık arayışına ve bunu için İngilizlerle işbirliğine yanaşanlar oldu. Hamidiye Alayları aracılığıyla Doğu Anadolu’da Devlet otoritesi bir ölçüde belirmiş olsa da verilen ödünlere bağlı sıkıntılar özellikle 1908’de II.Meşrutiyet’in ilanıyla Abdülhamit Han’a bağlı olan aşiretlerin mahalli idareye bağlanmasının vurgulanması ve bazı reislerin uzaklaştırılması aşiretlerde tepkiyi arttırdı. 1910’da yeni bir düzenlemeyle Hamidiye yerine “Aşiret Alayları” isminin verilmesi aşiret reislerini padişaha değil devlete bağlama gayesinin bir sonucu olarak görülebilir. Fakat bu tepkilerin daha da artmasından başka bir işe yaramadı. Fakat buna rağmen aşiretler 1912-1913 savaşı sırasında Balkanlar’da Osmanlı savunmasının önemli bir bölümünü oluşturdular. Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından Arap aşiretleri üzerindeki Hamidiye Alayı etkisi ortadan kalktı. Buna karşılık ilk kez bağımsızlık fikrine yönelen Kürtlerde İngilizlerin para ve silah yardımıyla hareketli bir döneme girildi. 1922 yılında Kürt Krallığı’nı kuran bu aşiretlerin birbirleriyle mücadeleleri nedeniyle çok geçmeden 1924’te bu krallık yıkıldı. Bağımsızlık fikrine kapılanlara karşılık Milli Mücadeleye tam destek verenler de vardı.

 

Araştırma :  Toktahan

KAYNAKÇA
Saadettin Paşa’nın Anıları: Ermeni-Kürt Olayları(Van 1896), Sami Önal
Büyük Osmanlı Entrikası Hamidiye Alayları, Kemal Süphandağ
Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna, Osman Aytar
Abdülhamit Gerçeği, Orhan Koloğlu