Bilge Kağan’dan Öğütler

Dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türklerin kurduğu en büyük imparatorluklardan biri Göktürk İmparatorluğu (552-745), bu milletin yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri de Bilge Kağan (Kağanlık Dönemi: 716-734)’dır.

Bilge Kağan’ı en büyükler arasına katan ve ona Türk tarihinde başka hiç kimseye nasip olmamış müstesna bir yer kazandıran en önemli eserlerinden biri, onun zamanında dikilen ve aradan 1300 yıl geçtiği halde, bugün bile önemini, güncelliğini, tazeliğini koruyan, dünya durdukça da koruyacak olan Orhun Yazıtları (Âbideleri veya Anıtları)’dır.

orhun_yazitlari-1 orhun_yazitlari-2 orhun_yazitlari-3
Orhun Yazıtları (Orjinal) Orhun Yazıtları (Kopya) Orhun Yazıtları

Bu yazıtlar, Tarih yapan fakat yazmayan bir millet olarak tanınan Türkler tarafından yazılmış ilk Türk tarihi, Türk kelimesinin ve Türk Milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metin, Türk yazı dilinin ve yazılı Türk edebiyatının ilk, fakat olağanüstü işlek örneği olma gibi özelliklere sahiptir. Türk hitabet sanatının bu ilk ve muhteşem şaheserinde; vatan ve millet sevgisi, millet olma, devlet kurma bilinci, milliyet fikri olağanüstü güzel bir dil ve üslupla işlenmiştir.

Bilge Kağan’ın, Türk tarihine ışık tutan, yöneticileri ve halkıyla bütün millete öğütler veren, yol gösteren bu siyasetname, tarih ve siyaset belgesi, vasiyetname niteliğindeki hitabesi, çağının çok ilerisinde adil, ileri, barışçıl, milletinin tamamını görüp gözeten sosyal, ekonomik ve siyasi bir nizam, sistem ve öğreti niteliği de taşımaktadır. İşlenen fikir ve düşüncelerin, savunulan değerlerin her zaman ve her yerde geçerli olabilecek, bugünlere ve yarınlara da ışık tutabilecek mükemmellikte, olgunlukta ve evrensellikte olması, üstelik çoğu ifadelerin neredeyse birebir Kur’an Ayet meâli denebilecek kadar İslami ölçülere ve değerlere uygun düşmesi de üzerinde önemle durulması gereken son derece ilginç ve şaşırtıcı bir durumdur.

Orhun Abidelerinin keşfedilmesi, yazısının çözülüp okunması, sadece Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de ön büyük keşiflerinden biri kabul edilir. Bu mirasın gerçek sahipleri olan bizler, pek çok değerimiz gibi, tarihimiz, kültürümüz, dilimiz, kimlik ve kişiliğimiz açısından son derece önemli olan bu yazıtları da asırlarca ihmal ettik, kaybettik, hatta varlıklarını bile unuttuk. Nihayet gün geldi, bu anıtlar, yabancılar tarafından yeniden bulundu, alfabesi çözüldü, yazıları okundu, bunlardan çok sayıda manzum ve mensur çeviriler yapıldı. Ama bu yazıtların dilinin çözülmesinin üzerinden de bir asırdan fazla zaman geçtiği halde, bizim bilim ve kültür adamlarımız, edebiyatçılarımız, sanatçılarımız, bestecilerimiz tarafından, bunların kıymetleri yeterince bilinmedi, bunlara layık oldukları ilgi ve alaka gösterilmedi. Halbuki bunların sanatsal ve edebi çevirilerinin yapılması, ardından bunlardan yola çıkılarak, ülkemize ve milletimize tüm dünyada saygınlık ve olumlu imaj kazandırılacak, milletimizi aynı yüce ve evrensel değerler, duygu ve düşünceler etrafında birleştirecek, insanımızın morallerini yükseltip, onları kendilerine daha fazla güvenen, ataları gibi değerli, kimlik ve kişilik sahibi kılacak nitelikli kültür ve sanat ürünleri, müzik ve sahne eserleri üretilip, bestelenmesi, sahnelenmesi, seslendirilmesi … vb gibi çalışmalar bu değerli kaynaktan yola çıkılarak yapılması gereken işlerden sadece bir kaçıydı. Ne yazık ki, bu tür ciddi ve nitelikli çalışmaların, ürünlerin sayısı yok denecek kadar azdır.

Burada aktarılan metin, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk Abideleri esas alınarak, Türk Milletini, belli başlı karakteristik özellikleriyle yakından tanıyıp bilmek, sevip sevdirmek amacıyla hazırlanmakta olan, daha geniş bir çalışmanın küçük bir bölümüdür.

BİLGE KAĞAN’DAN HALKA VE YÖNETİCİLERE ÖĞÜTLER!

Ben, Gök gibi yüce, Tanrı’nın yarattığı Türklerin Bilge Kağan’ı!

Ey benim büyük milletimin bütün kavimleri,
Kabileleri, budunları, urukları, boyları, soyları,
Kumandanları, beyleri, yöneticileri!
Bir yanda mülki ve idari erkanın üst düzey yöneticileri
Hanedan ailesinden Şadapıt Beyleri!
Öbür yanda askeri erkanın önde gelen Tarkan beyleri!
Özellikle bu kazanımları,
Benden sonra da devam ettirecek olan,
Kardeşlerim, oğullarım,
Bütün soyum, boyum, buyruk beylerim!

Otuz kabileden birikmiş Tatar halkımın,
Dokuz boydan oluşmuş Oğuz halkımın beyleri!
Bütün halkım!
Aziz milletim!
Duyun beni!

Size söylemem gerekenler var!
Sözlerimi baştan sona dinleyin!
İşitin beni!
Sesime kulak verin!
Gönülden gelen sözlerimi can kulağıyla dinleyin!
Söylediklerimi iyi belleyin!

Ben burada, herkesin kolay ulaşabildiği şu yerde,
Yararlanacağınıza inandığım sözlerimi, ebedi taşa nakşettirdim.
Söylemem gereken şeyleri,
Buraya diktirdiğim ölümsüz taşa yazdırdım.

Türk milletini derleyip toparlayacak,
Ona ebedi yurt tutturacak
Şeyleri taşa vurdurdum.
Size yol şaşırtacak,
Yok olmanıza sebep olacak şeyleri de
Yine burada taş üzerine yazdırdım.

Türk halkının nasıl bir araya gelip,
Büyük bir imparatorluk kurduğunu,
Sonra nasıl yanılıp şaşırdığını,
Nasıl dağılıp parçalandığını,
Ben başa geçince Türk Milletini
Yeniden nasıl il, ülke, devlet sahibi yaptığımı,
Onu nasıl düzene sokup, yönettiğimi de buraya ekledim.

Derlenip toparlanmanın,
Birlik, beraberliğin,
Dirlik düzenliğin güç, kuvvet ve devlet demek olduğunu,
Ayrılıp parçalanmanın,
Aldanıp dağılmanın ise ölüm demek olduğunu buraya kazıdım.
Siz de bunlara bakarak öğrenin, bilin, anlayın!

Ey Türk halkı ve beyleri!
Daha önce yanıldığınız gibi; yine yanılabilirsiniz!

Ben, bu çağda kağanlık tahtına oturdum.
Tanrı lutfettiği, kendim de bahtlı olduğum için,
Kağanınız oldum, tahta oturdum.
Ben Kağan olunca, önemsiz milleti, önemli,
Değersiz milleti değerli kıldım.
Doğuda gün doğusuna,
Güneyde gün ortasına,
Batıda gün batısına,
Kuzeyde gece ortasına kadar
Bütün ülkeler ve oraların milletleri
Hep bana uydular, bana bağlandılar.
Ben, bunca halkı ve milleti düzene soktum.
Dağınıklıktan kurtardım, buyruğuma aldım.
Şimdi onların hiç biri kötü durumunda değil,
Hepsi mutlu ve huzurludur.

Üstte mavi gök, altta yağız toprak yaratılmış;
İkisinin arasında da insanoğlu yaratılmış.
İnsanoğullarının üzerine, benim atalarım kağan olmuşlar.
Büyük dedem Bumin Kağan,
Büyük babam İstemi Kağan tahta oturmuşlar.
Gök-Türkler adıyla büyük bir devlet kurmuşlar.
Türk Milletini derleyip toplamışlar.
Devleti ve töreyi düzene sokmuşlar.
İmparatorluğu ve kurumlarını ustaca yönetmişler.

Onlar kağan olup tahta oturduklarında,
Dört yanları düşmanlarla doluymuş.
Her yana ordular sevk edip hepsini yenmişler, dize getirmişler,

Düşman milletleri hükümleri ve buyrukları altına almışlar.
Kendilerine bağlamışlar.
Dik başlılara baş eğdirmişler.
Güç gösterenlere diz çöktürmüşler.

Doğuda Kadırkan dağlarına,
Batıda Demirkapı’ya kadar halklarını yerleştirmişler.
Daha önce sağda solda pek başıboş,
Düzensiz ve örgütsüz yaşayan
Göktürkleri derleyip toparlamışlar.
Ülkeyi güzelce ele almışlar,
İyi bir düzen, nizam ve egemenlik kurmuşlar.
Bilgili kağanmışlar, yiğit kağanmışlar.
Tabii buyrukları da bilgece ve cesurcaymış.
Vezirleri de bilgili ve yiğit vezirlermiş.
Tüm millet de, beyler de, kumandanlar da,
Yönetenler de, yönetilenler de hep doğru dürüstmüşler.
İyi yasalar, güzel töreler, sağlam bir sistemle
Devleti ve milleti güçlendirip yüceltmişler.
Ülkenin düzenini en iyi şekilde sağlayacak,
Halkı mutlu, huzurlu, güvenli ve bahtiyar kılacak,
İyi bir düzen kurmuşlar.
Onlara tabi olan bütün yabancı milletler de
Onların çağında yaşadıkları bu mutlu ve huzurlu hayatı
Hiçbir zaman unutamamışlar.
Zaten öyle oldukları için
Bu kadar büyük bir imparatorluğu ve bunca halkı,
Elde ve bir arada tutabilmişler, güzelce yönetebilmişler.

Nihayet ölme sırası onlara da gelmiş, vefat etmişler.
Gün doğusundan gün batısına kadar,
Her milletten yasçılar, ağlayıcılar, ağıtçılar gelmişler.
Onlar için ağlamışlar, sızlamışlar, yas tutmuşlar, ağıtlar söylemişler.
Öyle ünlü kağanmışlar.

Doğal olarak onların ardından,
Küçük kardeşleri kağan olmuş,
Oğulları kağan olmuş.
Ama küçük kardeşler büyük kardeşleri gibi,
Oğullar babaları gibi olamamış.
Bilgisiz, ülküsüz, kötü kağanlar,
Korkak ve ürkek kağanlar tahta oturmuşlar.
Tabii buyrukları da bilgisizce, korkakça, ürkekçe ve kötüymüş.
Vezirleri de kendileri gibi bilgisiz, ülküsüz ve kötüymüş.
Bir türlü almaları gereken
Doğru ve iyi kararları alamazlar,
Alsalar bile doğru dürüst uygulayamazlarmış.
Öylesine kararsız ve cesaretsizmişler.
Ülkenin düzenini, ulusun töresini bozmuşlar.
Ardından beyleri, yöneticileri, subayları ve halkıyla beraber
Bütün millet de bozulmuş.
Hepsi geçimsiz, düzensiz, bilgisiz, korkak,
Uygunsuz, uyumsuz, hak, hukuk tanımaz hale gelmişler.

Kurnaz, fitneci, ikiyüzlü, sahtekâr
Hileci Çin milletine fırsat doğmuş.
Çinliler, kardeşi kardeşe kötüleyip birbirine düşürmüş.
Beyleriyle milletinin arasını açmış, fitlemiş, fesat sokmuş.
Kurdukları gizli hile ve düzenlerle milleti ayrı kamplara
Karşı cephelere ayırmış, bölmüş, parçalamış.
Küçük kardeşle büyük kardeşi,
Yöneticilerle halkı birbirine düşürmüş,
Birbirine karşı kışkırtmış, birbiriyle çekiştirip dalaştırmış.
Varlık, birlikle yaşar!
Arasına nifak sokulan, birbirine düşürülen,
Birlik, beraberlikten uzaklaşan Türk milleti,
Sahip olduğu imparatorluğunun dağılmasına,
Egemenliğinin elinden gitmesine yol açmış.
Kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş.
Çin milletine bey olması gereken soylu oğulları kul,
Hatun olması gereken hanım kızları cariye oluvermiş.
Türk beyleri, Türk adını, sanını bırakmışlar,
Çinli Beyler gibi Çin adları, sanları alır olmuşlar.
Çin Kağanına itaat eden,
Çin adet ve törelerini tutan,
Çin yasaları ve buyruğuyla iş gören,
Çin yanlıları olmuşlar.
Elli yıl, Çin’e hizmet etmişler,
Onlar için çalışıp çabalamışlar.
Çinliler için, doğuya, batıya ordular sevk edip, savaşmışlar.
İmparatorluklarını ve kurumlarını her şeyiyle
Çin hakanına teslim etmişler.

Acılar içinde kıvranan Türk halkı,
Nihayet kendi kendine sormaya başlamış:
Hani ben, ili, ülkesi, şanı, şerefi
Ve imparatorluğu olan bir millettim!
Nerede şimdi benim ilim, ülkem,
Şanım, şerefim ve yüce imparatorluğum?
Şimdi ben, hangi il’e, ülkeye hizmet ediyorum?
Kimin için il, ülke, şan, şeref, devlet kazanıyorum? demiş.
Hani ben, kendi kağanı olan bir millettim!
Nerede şimdi, benim kağanım?
Ben, şimdi hangi kağana hizmet ediyorum?
Hangi Kağanın işinde gücünde ömür tüketiyorum? demiş.
Böyle deyip düşünerek Çin kağanına düşman olmuş.
Düşman olmuş ama, iyi düzenlenip, örgütlenemediğinden
Çin boyunduruğundan kurtulup, bağımsızlığını kazanamamış.

Çin kağanı, bunca işini gücünü gördürdüğü halde, yine de:
‘Şu Türk milletini nasıl öldürür, soyunu nasıl kuruturum’ diye düşünüyormuş.
Türk Milletini tamamen yok etmek için harekete geçmiş.
Türk milleti, artık yok olmaya doğru gidiyormuş.

Ama Türk’ün Yüce Tanrı’sı,
Türk’ün yaratıldığı kutsal toprak ve su,
‘Türk halkı yok olmasın, yeniden millet olsun!’ dilemiş.
Babam İlteriş Kağan’ı,
Annem İlbilge Hatun’u yüceltip, yükseltmiş.

Babam kağan on yedi erle ortaya atılmış, harekete geçmiş.
Onun harekete geçtiği haberi duyulunca
Şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler yazıya inmiş.
Babamın etrafında toplanmaya başlamışlar.
Derlenip toparlanmışlar, yetmiş kişi olmuşlar.
Tanrı lutfettiği için, düşman çok diye korkmamışlar, ürkmemişler.
Kendilerinden kat kat fazla düşmanlara saldırmışlar, çarpışmışlar.
Tanrı güç, kuvvet vermiş,
Babam kağanın askerleri kurt gibi,
Düşmanları koyun gibi olmuş.
Doğuya, batıya seferler düzenlemiş,
Etrafına yiğitleri toplamış, onlara baş kaldırtmış.
Hepsi yedi yüz kişi olmuşlar.
Bu yedi yüz kişiyle gelişen
Büyük bir mücadele sonunda,
Düşmanlarını bozup, dağıtmışlar,
Yurtlarından sürüp çıkarmışlar.
Türk töresini kaybetmiş millet,
İlsizleşmiş, kağansızlaşmış millet,
Cariyeleşmiş, kullaşmış millet,
Atalarımızın töresince yeniden var edilmiş,
Eğitilmiş, öğretilmiş, örgütlenmiş, kurumlanmış.
Boylarıyla soylarıyla Türk milleti yeniden dirilmiş.
Kendi kağanlarına, şadlarına kavuşturulmuş.
Ama dört bir yanları düşmanlarla doluymuş.
Güneyde Çin milleti düşmanmış.
Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşmanmış.
Kırgızlar, Kurıkanlar, Otuz Tatarlar, Kıtaylar, Tatabılar hep düşmanmış.
Babam kağan bunca düşmanla savaşmış.
Kırkyedi kez ordu sevk etmiş,
Yirmi savaşta bizzat savaşmış.
Tanrı yardım ettiği için,
Düşmanlarına boyun eğdirmiş, bağımlı kılmış.
Devleti olan düşmanlarını devletsiz,
Kağanı olan düşmanlarını kağansız bırakmış,
Hepsini yola getirmiş.
Dizlilere diz çöktürmüş,
Başlılara baş eğdirmiş.
Nice büyük beyler gelmişler,
Babam Kağana iltica etmişler.
Babam kağan, Türk milletini ve beylerini,
Övülmeye değer kılmış, çok çok yüceltmişti.
Yerli taşlardan, kalın ağaçlardan ağır yükleri,
Türk milleti ve beyleri için yüklenmiş,
Bütün zor işlerin üstesinden gelmişti.
Babam kağan, il’e, ülkeye, töreye
Bu kadar iyi düzen verdikten sonra vefat etti.
Babam Kağan öldüğünde ben henüz sekiz yaşındaydım.

Babam Kağan’a Baz Kağan’ın yönettiği
Büyük bir cenaze alayı ve matem töreni düzenlendi.
Töre gereği, babamdan sonra
Amcam Kağan tahta oturdu.
Amcam Kağan da Türk milletini
Çok iyi yönetti, kalkındırdı.
Yoksul halkı zengin kıldı,
Az halkı çoğalttı.
Ben, daha 14 yaşıma geldiğimde,
Tanrı’nın lutfuyla, Tarduş halkının Şad’ı,
Yani en üst yöneticisi olmuştum.
Amcam kağanla birlikte,
Doğuda Yeşil Irmağa, Şantung Ovasına kadar,
Batıda Demirkapı’ya kadar seferler düzenledik.
Kögmen’i aşarak, Kırgız ülkesine kadar ordu saldık.
Toplam yirmi beş sefere çıktık, on üç kez savaştık.
Nice devletlileri devletsiz,
Kağanlıları kağansız bıraktık.
Dizlilere diz çöktürdük,
Başlılara baş eğdirdik.

Türgiş Kağanı da biz Türklerdendi
Ve benim milletimdendi.
Ama o bunu böyle bilmediğinden,
Cahilliği, bilgisizliği yüzünden,
Yanılıp bize karşı geldi, ihanet etti.
Bize açtığı savaşta kağanla beraber
Pek çok subayları ve beyleri de öldü.
On ok halkı bu yüzden çok sıkıntı çekti.

Atalarımızın yerleştiği bu kutsal yurt,
Bu topraklar ve sular sahipsiz kalmasın diye,
Biz burada da azalmış halkı çoğalttık,
Yeniden örgütleyip, düzenledik.
Biz daha sonra bu ülkede
Bars Bey’e kağan unvanı verdik.
Onu Kağan diye çağırdık.
Küçük kız kardeşimle evlendirdik.
Hısım akraba olduk.
Ona çok dostluklar gösterdik,
Ama ondan düşmanlıklar gördük.
Bize karşı hataya düştü,
Yanlış yola saptı, yanlış işler yaptı.
İşlediği suçlarla, kanının dökülmesine,
Halkının kul, köle olmasına sebep oldu.

Kırgız halkı kırılmış,
Ülkeleri bağımsızlığını yitirmişti.
O topraklar ve sular sahipsiz kalmasın diye
İyice kırılıp azalmış, Kırgız halkının yardımına koştuk.
Onlar için savaştık, sorumluluklarını üstlendik.
Bağımsızlıklarını kazanarak, onlara geri verdik.
Doğuda Kadırkan Ormanının ötesine,
Batıda Tarman’a kadar Türk halkını
Yerleştirdik, örgütledik, düzene soktuk.
Bir zamanlar küçük kardeş büyük kardeşini,
Oğul babasını tanıyıp bilmezdi.
Bizim çalışıp kazanmalarımız,
Örgütleyip kurumlandırmalarımız
Sayesinde köle olanlar kölelere
Cariye olanlar cariyelere sahip oldular.

Türk, Oğuz beyleri, milleti dinleyin!
Senin işte böyle zorluklarla kazanılmış,
Sağlam bir düzene oturtulmuş,
İyi bir ilin ve ülken, devletin, tören ve kurumların vardı.
Üstten gök yıkılmasa, alttan yer yarılmasa,
Senin imparatorluğunu ve kurumlarını
Hiç kimse bozamaz, yıkamazdı.
Ama sen tuttun, seni diriltip yeniden ayağa kaldıran,
Yüceltip yükselten, akıllı, bilgili öz kağanını saymadın, dinlemedin.
Güçlü, hür ve bağımsız, iyi ve güzel, gelişmiş ve zengin,
İlini, ülkeni ve devletini ihmal ettin, kötü duruma soktun.
İşlediğin suçlar, hatalar, fenalıklar yüzünden,
Söz dinlemezliklerin, itaatsizliklerin yüzünden,
Başına ne işler açtığını, ne kötülükler getirdiğini kendin de gördün!

Ey Türk, silkin ve kendine dön!
Hatalarından vazgeç ve pişman ol!
Aklını başına topla!
Her şeyin farkına var!
Olup bitenleri gör, bak, düşün, ibret al, ders çıkar!
Sana karşı düşmanlar ve düşmanlıklar nasıl doğdu?
Sana çevrilmiş silahlar senin ülkene nasıl sokuldu?
Silahını, mızrağını kapan, saldırgan düşmanların,
Nerelerden sökün edip üzerine geldiler?
Hangi gediklerden, deliklerden çıktılar?
Nasıl oldu da seni yendiler, bozup dağıttılar?
İlini, ülkeni nasıl zapt edip, elinden aldılar?
Öz yurdundan seni nasıl sürüp çıkardılar?
Hangi sebepler, hangi sonuçları doğurdu?
Ne, nasıl, niçin oldu?
Olan bitenleri,
Olayların önünü sonunu,
İyi düşün, bil ve anla!

Biz Türkler, hileci, desiseci, fitneci bir millet değiliz.
İnsanları yalanlarla dolanlarla aldatıp kandırmayız.
Verdiğimiz sözden asla dönmeyiz.
Kendisine inandırıp güvendirdiklerine, aldatıp kandırdıklarına,
Gadreden, elinden gelen her kötülüğü yapan milletlerden değiliz.
Böyle bir şeyi asla kendimize yakıştıramayız.
Hileyi ancak savaş meydanlarında doğru buluruz.
Eğer savaş da, hilesiz yapılabilecek bir iş olsaydı,
Savaşta da hileyi doğru bulmazdık.
Ama bütün milletler böyle değildir.
Bizim üstünlük saydığımız meziyetleri,
Bazı milletler hiç umursamazlar.

Örneğin, Çin milletinin sözleri tatlı,
İpek kumaşları yumuşak olur.
Onlar kendilerine uz ve uzak milletleri
Bunlarla kandırır, kendilerine yakınlaştırırlar.
Akıllarını çelip, kendilerine benzetirler;
Kendi kültür ve medeniyetleri içinde eritip, yok ederler.
Gerçek niyetlerini, kötü yüzlerini hemen göstermezler.
Başka milletlere yapmayı düşündükleri kötülükleri,
Kendilerine yaklaştırıp, güvendirdikten sonra yapmaya girişirler.
Önce kişileri, onlar vasıtasıyla da milletleri avlayıp esir ederler.
Onlar senin ülkende, iyi insanın, bilgili insanın, cesur insanın
Önlerini keserler, ilerlemelerine yol ve fırsat vermek istemezler.
Ülkesi için düşünen, çalışan, didinen, direnenleri yaşatmazlar.
Bir kişinin, onlara bir zararı, bir yanlışı olsa,
Eşiktekine, beşiktekine, çoluk çocuğuna kadar
Bütün sülalesini, soyunu sopunu yok etmeye kalkarlar.

Milleti başkalarına kul köle etmek isteyen, kötü niyetli kişiler,
‘Uzak olana ve uzak durana
Kötü hediye ve mal verirler,
Yakın olana ve yakın durana,
İyi hediye ve mallar verirler’
Gibi sözlerle senin içinden nicelerini kandırdılar, aldattılar.
Hiçbir şeyden habersiz,
Başka diyarlara gidip yerleşme sevdasındaki,
Cahil halk da bu sözlere kanıp, aldandı.
Yersiz ve aşırı tavizlerle, dost sandığı, düşmanlarına yanaştı.
İyi niyetli, savunmasız, tedbirsiz millet,
Hain ve sinsi düşmanlarının kucağına atıldı.

Türk Milleti!
Yabancıların tatlı sözlerine,
Yumuşak ipek kumaşlarına
Aldanıp, ne çok kayıplar verdin.
Yabancıların hediyelerine, tatlı diline,
Güler yüzüne, hoş sözlerine aldanmaya devam edersen,
Daha çok kayıplar vereceksin!
Başka diyarlara gidip yerleşeyim dersen,
Daha çok öleceksin!

Türk milleti!
Tokluğun kıymetini bilmezsin.
Açlık, tokluk düşünmezsin.
Bir kere doydun mu, bir daha acıkacağını aklına getirmezsin.
Bu yüzden, kimseye sorup danışma gereği de duymadan
İlini, ülkeni, seni sevip, yetiştirenleri terk ettin,
Uzak diyarlara, yaban ellere gittin.

Türk milleti!
Ey Kutlu Ötüken diyarının milleti!
Sen, gereksiz yere, mukaddes ülkeni bırakıp gittin.
Dünyanın dört bir yanına dağıldın, darmadağın oldun.
Doğuya gidenler, gitti.
Batıya gidenler, gitti.
Ama gittiğin yabancı ülkelerde varlığını sürdüremedin.
O yaban ellerde bitip tükendin, yok olup gittin.
Böyle giderse, bundan sonra da sürdüremeyeceksin.
Kalanlarınız da ezilip üzülerek,
Ölüp azalarak, yok olup gidiyorlar.
Gittiğin yaban ellerde ne hayır gördün?
Kanın sular seller gibi çağlayıp aktı.
Kemiğin dağlar gibi yığıldı kaldı.
Küçük kardeş, büyük kardeşini,
Oğul babasını saymaz, tanımaz oldu.
Soylu oğulların köle oldular.
Nazlı kızların cariye oldular.

Türk milleti!
Bu aldanmaların yüzünden çok zararlar gördün,
Çok insanın öldü.
O doğrultuda gidersen daha çok zararlar göreceksin,
Daha çok insanların ölecek!
Kendi yurdunda, toprağında oturur,
Başka ülkelere kervanlar, kafileler,
Elçiler gönderirsen,
Hiçbir derdin, sıkıntın olmaz!
Kendi suyundan toprağından ayrılmaz,
Kendi ülkende oturursan,
Sonsuza kadar il, ülke, devlet
Ve imparatorluk sahibi olarak oturursun!

Yaptığın çılgınlıklar, cahillikler,
Bilgisizlikler, kötülükler,
Korkaklıklar yüzünden
Amcam kağan kahrından öldü, uçup gitti.

Ama il veren, ülke veren, devlet veren Yüce Tanrı!
Babam kağanı, annem hatunu yücelten Tanrı,
Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye,
İşte o Tanrı beni kağanlık tahtına oturttu.
Tanrı çok lütufkar olduğu için,
Beni de Kut sahibi kıldığı için
Kağanlık tahtına oturabildim.

Ben, karnı tok, sırtı pek, varlıklı, zengin,
Güçlü, kuvvetli bir millete kağan olmadım.
Tam tersine karnı aç, sırtı çıplak,
Yoksul, çaresiz, zayıf ve düşkün
Sefil ve perişan bir millete Kağan oldum.
Ben Kağanlık tahtına oturduğumda
Tüm halkı ve beyleriyle Türk milleti,
Ölmekten başka çare düşünemeyecek duruma gelmiş,
Derin düşüncelere dalmıştı.
Ben kağan olunca yeniden yüreklendiler.
Memnun oldular, coştular, sevindiler.
Üzüntüden yere dikilmiş gözlerini,
Öne eğilmiş başlarını,
Umutla yukarı kaldırdılar.
Benim kağan olduğumu duyunca,
Her biri bir yere dağılmış millet,
Öle yite, yayan yapıldak,
Yoksul ve çıplak olarak
Geri dönüp bana geldiler.
Kağanlık tahtına oturunca,
Halkımın mutluluğu,
Huzur ve refahı için
Çok önemli yasalar çıkardım.
Açlık ve sefalet içindeki
Dağınık milleti bir araya topladım.
Ölmek üzere olan milleti dirittim.
Yoksullaşmış milleti varlıklı ettim.
Azalmış milleti yeniden çoğalttım.

Bilenler söylesin, var mı bu sözümde bir yalan?

Babam kağan uçtuğunda,
Küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşındaydı.
Annem hatunun bahtı sayesinde,
Yiğit bir er olarak yetişti, nam saldı.
Milletine çok büyük hizmetler etti.
Daha on altı yaşındayken,
Amcam kağanın ili, ülkesi,
Devleti ve hükümeti için
Çok önemli işler yaptı.
Amcam kağanın imparatorluğu zayıflayıp, sarsıldığında,
Millet arasında ikilik çıkıp, bölücülük peydahlandığında,
Kül Tigin, yine büyük işler başardı, yararlıklar gösterdi.
Benim kağanlığımda da hiçbir hizmetini esirgemedi, öle yite didindi.

Bir defasında Magı Kalesinde kışlamış,
İlkbaharda Oğuzlara karşı ordu çıkarmıştık.
Kül Tigin’i merkez karargâhımızda bırakmış,
Bütün savunma önlemlerimizi almıştık.
Ama düşman Oğuzlar,
Ansızın ordu merkezimizi bastılar.
Kül Tigin, onlara karşı kahramanca savaştı,
Pek çoğunu öldürdü, merkezimizi vermedi.
Kül Tigin olmasa hepiniz ölecektiniz.
Cesetleriniz de orada, burada,
Yolda, izde, yurtta, çadırda
Ayak altında yatıp kalacaktı.
Onun yiğitliği olmasa,
Annem hatun, analarım, bacılarım,
Gelinlerim, ablalarım, şah kızlarım,
Sağ kalan kadınlarımız cariye olacaktı.
Türk milleti ayak titretmişti,
Az kalsın perişan olacaktı.
Kül Tigin’in emri altında ileri atıldık,
Üstümüze gelen düşman ordusunu yenip dağıttık.
Böylece çok ölecekler, o gün orada dirildi.

Yırtıcı kuşlar gibi
Etrafımızı sarmış düşmanlarımız vardı.
Biz de yemleriymişiz gibi bize iştahla
Ve ateş gibi kızgın gözlerle bakıyorlardı.
Birleşmişler, anlaşmışlar,
Dört bir yandan üstümüze saldırmaya,
Bizi yok etmeye hazırlanıyorlardı.
Bu haberleri alınca,
Gece uyuyamadım, gündüz oturamadım.
Yufka olanın delinmesi,
İnce olanın kırılıp parçalanması kolaydır.
Yufka, kalınlaştıkça delinmesi,
İnce yoğunlaştıkça kırılması zorlaşır.
Saldırgan düşmanlarımızın arasına düşerek
Ezilip yok olmayalım diye düşündük.
Düşmanlarımızın birleşmelerine fırsat tanımadık.
Onlar bizi basmadan, biz onları bastık, dağıttık.

Türk beyleri!
Ne büyük ordulara karşı,
Ne çetin savaşlar yaptığımızı
Hepiniz biliyorsunuz.
Ateş gibi, bora gibi, fırtına gibi
Üzerimize gelen nice düşmanları yendik.
Yolsuz izsiz dağları aştık,
Geçit vermez nehirleri geçtik.
Sarp tepelere tırmandık,
Aşılmaz engelleri dolandık.
Ağaçlardan, dallardan tutunarak dağlara tırmandık.
Mızrak boyu karları çiğneyip söktük.
Yüce dağların doruklardan yuvarlanırcasına indik.
Altı boydan oluşan Soğdaklara karşı
Ordu sevk ettik, bozguna uğrattık.
Çinliler elli bin askerle üzerimize geldiler, savaştık, yendik.
Yarış Ovasında yüz bin kişilik orduyu dağıttık.

Dokuz Oğuzlar benim kendi milletimdendi.
Aramızda hiçbir ayrılık gayrılık yoktu.
Ama gök ve yer, fitneden bulanıp karıştığı için,
İçlerine kıskançlık değdiği için bize düşman oldular.
Seçkin, saygın, yiğit kağanlarına baş kaldırdılar.
Oğuz kavmi, Dokuz Tatar ile toplanıp üzerimize geldi.
Bir yılda beş defa savaştık.
Bununla da yetinmediler.
Bize karşı Çinlilerle de birleştiler.
Yani kendi içlerine ve özlerine karşı
Dış düşmanla birlik oldular, işbirliği yaptılar.
Dış düşmanlarımızla birlik olan
İçimizdeki hainlerin saldırısına uğramıştık.
Azığı azalmış, biniti zayıflamış Türk halkı,
Bu iç savaşlarda yorgun, bitkin düşürmüştü.
Morali bozulmuş, tehlike iyice büyümüştü.
Ama herhalde bunu Yüce Tanrı,
Türk’ün beden çamurunun karıldığı kutsal toprak ve su,
Amcam kağanın devleti de kabul etmemiş olacak ki,
Hainlerin ordularını bozduk, illerini aldık.
İsyan çıkaran Dokuz Oğuz kavmi,
Toprağını, suyunu terk edip Çin’e doğru gitti.
Çin’de adları da kayboldu, sanları da.
Bu topraklar da bize kaldı.

Amcam Kağan’dan sonra ben
Küçük kardeşim Kül Tigin’in
Kağan olmasını istedim.
Çünkü o, her bakımdan Kağanlığa layıktı.
Bunu kendisine de önerdim
Ama o, kağan olmayı kabul etmedi.
Kağanlığı bana layık gördü.
Kül Tigin’in ısrarıyla Kağan oldum.
Kül Tigin, benim kağanlığım, ilim, ülkem için,
Çok çalıştı, çok büyük işler başardı.

Babamızın, amcamızın kazandığı
Milletimizin adı sanı yok olmasın diye
Küçük kardeşim Kül Tigin’le söz birliği ettik.
İki prens şad ve diğer yardımcılarımla bir araya geldik.
Elele, kafa kafaya, omuz omuza verdik,
Görüştük, konuştuk danıştık.
Gece uyumadım, gündüz oturmadım,
Türk milleti için ölesiye, yitesiye çalıştım, çabaladım.
Kızıl kanımı akıtarak,
Kara terimi dökerek,
Emek ve güç harcadım.
Devletin ve milletin
İşini, gücünü yoluna koydum.

Babam ve amcam kağan olup oturduklarında,
Dört bir yandaki milletleri nasıl düzene sokmuşlarsa,
Tanrı buyruğuyla kağan olup oturduğumda,
Ben de dört taraftaki milletleri düzene soktum,
Tertipledim, teşkilatlandırdım.
Ülkeye, devlete düzen ve nizam verdim.
Milletimi dertsiz, kedersiz kıldım.
Milletimi her bakımdan mutlu ve müreffeh kılacak,
Onu huzur ve barış içinde yaşatacak
Her milletten onurlu ve üstün kılacak
Geliştirip, kalkındıracak, iyi ve sağlam
Bir düzen ve sistem kurmaya çalıştım.
Haktan, hukuktan, adaletten ayrılmadım.
Kurduğum düzeni herkes için kurdum.
Koyduğum kurallara
Kendim de uydum.

Beylerimle, danışmanlarımla,
Yöneticilerimle birlikte,
Türk milletinin her sorununa çözüm,
Her derdine çare buldum.
Tanrı bağışlasın,
Devletim, şansım, talihim, kısmetim de olduğu için,
Ölecek milleti yeniden diriltip, büyüttüm.
Milleti beslemek, halkı giydirip doyurmak için her tedbiri aldım.
Aç, çıplak milleti, tok ve iyi giyimli,
Fakir milleti zengin kıldım.
Az milleti çok kıldım.
Kul olmuş milleti kullu,
Cariye olmuş milleti cariyeli kıldım.
Halkımın hepsini hoşnut kıldım.
Servet ve zenginliğin,
Belli ellerde toplanmasına,
Fırsat vermedim.
Adil ve yaygın dağılması için
Her tedbiri aldım.

Milletime sıkıntı ve dert çektirmedim.
Milletimi bölmedim bütünledim,
Derledim toparladım.
Milletimden dağılanları topladım,
Ayrılanları birledim.
Birleyip bütünlediğim milletimi,
Ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek için uğraşıp didindim.
Adaleti, barışı, refahı, huzur ve mutluluğu yerleştirdim.
Milletimin iç ve dış güvenliği için gereken her şeyi yaptım.
Tanrı korusun, bu Türk milletinin arasında,
Silahlı düşmanı koşturmadım.

Hiçbir sorun bırakmadım hepsini çözdüm,
Hiçbir kötülük bırakmadım hepsini düzelttim.
Kötülere ve kötülüklere aman vermedim.
Kötülüğün yerleşmesine,
Kötülerin birleşmesine fırsat tanımadım.

Düşmanları ve düşmanlıkları azalttım.
Dostlukları ve dostlarımızı çoğalttım.
Düşmanlık nedenlerini ortadan kaldırdım.
Yeni düşmanlar yaratmamaya çalıştım.
Dostluğumuzun ne kadar değerli ve kârlı,
Düşmanlığımızın ne kadar tehlikeli ve zararlı,
Olduğunu herkese ispat ettim.
Düşmanlığından korkulan, dostluğu umulan oldum.
Düşmanlıkta inat edenleri dize getirdim.
Etrafımızdaki bize düşman kavimlere karşı,
On iki kez büyük ordular sevk ettim… savaştım.
Her yere ordular sevk ettim.
Dört bir yandaki milletleri kendime bağladım.
Hepsini düzene soktum, derledim, toparladım.
Halkı ve kağanı benimle birlik olanlara iyilik ettim.
Nice düşmanlarımızı, düşmanlıktan vaz geçirdim.
Milletimi düşmansız kıldım.

Kaynakların, servet ve zenginliklerin
Ülkemden dışarıya değil,
Dışarıdan ülkeme akmasını sağladım.
Başka milletlerin sarı altınını,
Beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini,
İpekli kumaşını, binek atını,
Aygırını, kara samurunu, mavi sincabını,
Türküme, milletime kazanıverdim.
Milletimi kimsenin boyunduruğuna sokmadım.
Bugün nice milletler
Bize bağlı ve bağımlı durumdadır.
Bize hizmet ediyorlar,
Bizim işimizi gücümüzü görüyorlar.

Yönetim merkezim olan Ötüken Ormanı’nda oturup,
Çin milleti ile iyi ilişkiler kurdum, anlaşmalar yaptım.
Onlarla ilişkilerimiz de şimdi barış içinde sürüp gidiyor.

Bir benzerini gözlerin görmediği,
Kulakların işitmediği milletimi,
Yüce Tanrı’nın lutuf ve yardımıyla
Doğuda gün doğusuna,
Güneyde gün ortasına,
Batıda gün batısına,
Kuzeyde gece ortasına kadar ulaştırdım.
Türk milleti var olalı,
Türk Kağanı tahta oturalı
Doğudaki Şantung şehrine
Ve büyük denize ulaşan olmamıştı.
Milletimi doğuda Şantung şehrine ulaştırdım,
Büyük denize ulaşmama az kaldı.
Türk milletini, doğunun ve batının
En güzel yerlerine kondurdum, düzene soktum.

İli, ülkeyi, zengin, müreffeh,
Sağlam töreli, düzgün yasalı kıldım.
Milletimi, en verimli topraklara,
En değerli ülkelere,
En saygın, en şerefli, en güçlü kağanlara
Ve yöneticilere sahip milletlere
İmrendirmedim, yerindirmedim.
Hepsinden daha iyi, daha üstün, daha yüce kıldım.
Ne mutlu bana ve şükür Tanrı’ya ki başardım ve kazandım!

Türk milleti ve beyleri!
Ben ondokuz yıl bey olarak görev yaptım.
Ondokuz yıl kağan oldum, devlet yönettim.
Hüküm sürdüm, il tuttum.
Türküme, milletime en iyisini kazandım.
Ben kişisel hırs ve çıkarlar peşinde koşmadım.
Hep milletim için çalıştım, çabaladım, kazandım.
Benim kazancım, Türk milletinin kazancı oldu.
Ben kazandığım için,
Türk milleti de kazandı.
Yüce Tanrı, beni kağanlık tahtına oturtmakla
Türk milletini de korumuş,
Ona büyük lutflarda, ihsanlarda bulunmuş oldu.
Ben, başa geçip, küçük kardeşimle beraber
Böyle çalışıp kazanmasam,
Türk milleti ölecek, yok olacaktı.
Biz kazandığımız için
İl de, ülke de, devlet de kazanmış oldu.
İl de il oldu, millet de millet oldu, devlet de devlet oldu.
Bunu böyle bilin, böyle düşünün!

Şimdi milletimiz iyi, mutlu ve huzurludur!
Bu dünyada bunca yer çiğnedim, gezdim, dolaştım.
Ama Ötüken Ormanı’ndan daha iyisini bulamadım.
Yurt edinilecek yerin burası olduğunu anladım.
Türk Kağanı, milletinin başında
Ötüken Ormanında şan ve şerefiyle oturdukça,
Yöneticileri, beyleri, danışmanları
İyi, bilge ve cesur oldukça,
İlde, ülkede hiçbir üzüntü ve sıkıntı olmaz.

Zamanı Yüce Tanrı paylaştırır.
İyi ve kötü günleri, İnsanlar arasında
Yine O, döndürür, dolaştırır.
İnsanoğlunun hepsi, ölmek için doğar.
Ölümsüz olan yalnız Yüce Tanrı’dır.
Bunca töreyi, düzeni kazandıktan sonra
Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti.
Kül Tigin kırk yedi yaşında
Puslu bulut ardında uçup, kaybolup gitti.
Ben, üzüntülere, yaslara boğuldum.
Görür gözüm görmez gibi,
Bilir aklım bilmez gibi oldu.
Öyle derin düşüncelere daldım.
Gözümden yaş gelse akıtmayarak,
Gönülden ağlamak gelse susturup yanarak,
Çok derin düşüncelere daldım.
Beylerimin, milletimin yeğenimin,
Oğlumun, çocuklarımın,
Gözü kaşı acıyla çatılacak,
Çok kötü ve perişan olacak diye,
Düşüncelerim katıldı kaldı.
Her milletten yasçılar, ağlayıcılar geldi.
Taziye için fazla fazla hazineler,
Altınlar ve gümüşlerle
Başka devletlerden yöneticiler,
Vezirler, elçiler, komutanlar geldi.
Çin Kağanından ressamlar istedim.
Bana kendi ressamını gönderdi.
Yiğit kardeşimin yas törenini tamamladık.
Ona yakışacak farklı bir türbe yaptırdık.
Binanın içini, dışını süsleyip, bezedik.
Gözalıcı resimlerle donattık.
Adına ölümsüz taş yontturduk.
Gönlümdeki sözleri üstüne yazıp diktik.
Sizde onu görün, böylece bilin!

Ey benim Türk Milletimin bütün beyleri, yöneticileri!
Otuz boydan oluşan Tatar Milletimin,
Dokuz boydan oluşan Oğuz milletimin beyleri, buyruk beyleri!
Siz de özellikle şu sözlerimi iyice işitin, can kulağıyla dinleyin!

Milletimle iyi ve yakından ilgilenin!
Onu besleyin, büyütün, eğitin, yetiştirin,
Kalkındırın, yüceltin, yükseltin!
Sakın ola ki, milletimi ezmeyin, üzmeyin, incitmeyin! !
Ona sıkıntı vermeyin, eza, cefa etmeyin!
Acı çektirmeyin, zora koşmayın!
Milletimi sıkmayın, sıkıştırmayın
Milletime yük olmayın!
Üzerinden ağır yükleri kaldırın!

Ben Çin hakanından heykeltıraşlar getirttim,
Onlara taş yontturdum.
Taşın üstünü yazılarla donattım.
Gönlümdeki sözleri yazdırdım.
Bu çorak vadiye bunu diktirdim.
Sevgili oğullarımız, torunlarımız,
Bunları görüp okusunlar,
Bilip, öğrensinler,
Bunlardan ders ve ibret alsınlar istedim.

Ben Kül Tigin’in kuzeni Yollug Tigin.
Bu yazıları ben yazdım.
Kül Tigin yazıtını yirmi gün,
Bilge Kağan yazıtını bir ay dört gün
Burada oturarak yazdım.
Milletimizi onduran,
Ona büyük hizmetler eden
Bu büyük insanlar
Ebediyen unutulmasınlar,
Gelecek nesillerin gönlünde yaşasınlar dilerim!

 

KAYNAK : Mustafa ATALAR

Zülkarneyn Oğuz Kağan mıdır?

Kehf Suresi’nde yer alan Zülkarneyn kıssası Kur’an araştırmacılarını uzun senelerdir uğraştırmaktadır.

Zülkarneyn kıssası müteşabih anlatımlıdır. Biz ilk anlamı/nesnel anlamı aktarıyoruz.

A.İLK ANLAM/NESNEL ANLAM:

1. Zülkarneyn Kimdir?

Sana Zülkarneyn’den de sorarlar: De ki: “Size ondan bir hatıra okuyacağım.” (Kehf, 83)

Zül-karn-eyn. “Karn” boynuz demektir. Tesniyesi ile birlikte “Karneyn” iki boynuz; “Zülkarneyn” de iki boynuz sahibi demektir.

Kazakistan’ın Yedisu Bölgesi’ndeki Tamgalı Say, Almaatı’nın 160 km. kuzey batısındadır ve Türklerin M.Ö 40.000-12.000 yıllarına ait izlerini taşımaktadır. Burası kayaların defter olarak kullanıldığı bir açık hava kütüphanesi gibidir. Yüzlerce kayada binlerce resim bulunmakta ve yazının ilk oluşum aşamaları burada görülebilmektedir. Bu yazıtlarda da görüleceği üzere boynuzun Proto Türkler’de özellikli bir anlamı vardır. Resimlerdeki figürlerde boynuzların abartılı çizimi bize Türk dilinde boynuza verilen önemi göstermektedir. Şimdi Tamgalı Say kaya resimlerinden birkaçına göz atalım:

zülkarneyn-01 zülkarneyn-02
zülkarneyn-03 zülkarneyn-04
zülkarneyn-05

Proto Türkçe yazının gelişimi bir süreç halinde Tamgalı Say’da kendini gösterir. Nesneler yukarıda görüldüğü gibi ilk önce oldukları gibi resmedilmişler daha sonra bire bir çizimin yarattığı zorluklar nedeniyle sembol resme geçilmiştir.

zülkarneyn-06Yanda ortada gördüğünüz geyik resmi M.Ö 20.000’lere ait sembol resme örnektir. Gök ve Tanrı ile ilişkilidir.

Şimdi Beyaz Piramitlere doğru gidelim ve bakalım orada Zülkarneyn/İki boynuz sahibi ile ilgili bir şeyler bulabilecek miyiz?

Beyaz Piramitler, Çin hakimiyetindeki Doğu Türkistan sınırları içerisinde yer alan Şian şehrine 100 km uzaklıkta bulunmaktadır.

Çin hakimiyetindeki Doğu Türkistan sınırları içerisinde yer alan bu alan, Çin hükümeti tarafından yasak bölge ilan edilmiş. Bölgeye yabancıların girmesine kesinlikle izin verilmiyor. Çin hükümeti piramitleri gizlemek için piramitler üzerine toprak dökerek yeşillendirme yoluna dahi gitmiş.

Oktan Keleş bir müddet önce Çin’deki bu yasak alana girmeyi başardı ve piramitler içine girerek fotoğraflar çekti. Şimdi konumuzla ilgili birkaç fotoğrafı aşağıda paylaşıyoruz.

Aşağıdaki resimlerde ay-yıldız ve kurt başları rahatlıkla seçiliyor.

zülkarneyn-07 zülkarneyn-08

Zülkarneyn, iki boynuz sahibi demek idi ve yukarıda Tamgalı Say’dan örneklerle boynuzun Türk dilindeki önemini belirttik. Aşağıdaki fotoğraflar Beyaz Piramitlerin içinde aceleyle çekildiğinden, heykelin boyutlarını fotoğrafta anlamamıza yardımcı olacak bir obje heykelin yanına konmamış. Ancak heykelin boyu oldukça büyük; 3 metre. Bir yüz, başta bir taç, taçın ortasında ay-yıldız ve üst kısmında iki boynuz var.

zülkarneyn-09 zülkarneyn-10
zülkarneyn-11 zülkarneyn-12

Beyaz Piramitlerin çevresinde yaşayan köylüler bu heykellerin Oğuz Kağan’a ait olduğunu söylüyor. Gerek dil bilimsel araştırmalar gerekse tarihçilerin çabaları bu konuyu ileride daha çok aydınlatacaktır. Bizce de bu resimlerde yer alan kişi Oğuz Kağan’dır. Ancak üzerinden binlerce yıl geçtiğinden isimler o kadar da önemli olmasa gerek. Resimlerdeki Oğuz Kağan değildir diyenler olacaktır. Onlara da sözümüz şu olur; Oğuz Kağan olmasa dahi bir Türk Kağan’ı olduğu kesindir.

2. Zülkarneyn’in Batı Seferi:

Biz onun için yeryüzünde güç ve saltanat hazırladık ve ona her şeyden bir sebep verdik.

O da bir sebebi izledi.

Nihayet, Güneş’in battığı yere varınca onu (kızışmış halde) bir gözede batar buldu. Onun yanında bir de kavim buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn, ya bunlara azap edersin ya da haklarında güzel bir tavrı esas alırsın.” (Kehf, 84-86)

*Ayetlerdeki parantez içleri bize aittir.

Ayette açıklanacak 2 husus var:

a. Ayet genellikle “Onu (Güneş’i) Kara balçıklı bir gözede batar buldu” şeklinde çevriliyor. “Kara balçık” olarak çevrilen “Hamietin” kelimesi H-m-y kökünden ve bu kelime harareti, sıcağı ve kızgınlığı anlatan bir kelime. O sebeple bu kelimenin “Kızışmış halde” şeklinde çevrilmesi daha doğru olacaktır.

b. “Onu (Güneş’i) Kara balçıklı bir gözede taGRuBu/batar buldu”. G-r-b Güneş’in batışını, gözden kaybolmasını anlatan bir kelime. Bugün de dilimizde olan “Gurup” kelimesi, deniz kıyısında Güneş batarken ufka paralel hale gelince, Güneş’in kızgınlaşmış gibi turuncu renge bürünmesini anlatan bir kelimedir.

”Onu (Güneş’i) kızışmış halde bir gözede batar buldu”. Burada “Göze” olarak çevrilen kelime Ayn kelimesi. Bu kelime için pınar ya da kaynak denebilir. Ancak ayetin tamamı okunduğunda “Ayn” kelimesinin “Gölü” anlattığı anlaşılacaktadır. Şöyle ki; kaynaklar, nehirler, dağların doruklarından doğar. Güneş dağın arkasına geçip batarken gurub etmez, yani kızgınlaşıp turuncu renge bürünmez. Ayrıca o yüksekliklerde bir kavim/millet yer tutmaz. Bu anlamda “Göze” olarak çevrilmiş bulunan “Ayn” kelimesi burada Hazar Denizi’ni anlatmaktadır. Buna göre; Oğuz Kağan önce batıya bir sefer düzenliyor, Hazar Denizi’ne kadar gidiyor, bu denizin kıyısında bir kavim/millet ile karşılaşıyor ve onlarla savaşa girişiyor.

zülkarneyn-13

Dedi: “Zulmedene azap edeceğiz; sonra Rabbine döndürülecek; O da onu görülmedik bir azaba çeker.”

“İman edip hayra ve barışa yönelik iş yapana gelince, onun için ödül olarak en güzeli var. Ve ona, buyruğumuzdan, kolay olanı söyleyeceğiz.” (Kehf, 87-88)

3. Zükarneyn’in Doğu Seferi:

Sonra bir sebebi daha izledi.

Bir süre sonra, Güneş’in doğduğu yere varınca onu, ona (Güneş’e) karşı kendilerine bir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğar buldu. (Kehf, 89-90)

Oğuz Kağan batıya yaptığı seferden sonra doğuya yöneliyor. Gittiği yerdeki kavim/millet, Güneş’e karşı bir siperin/Güneş ışınlarının gelmesine engel olacak bir siperin olmadığı bir yerde. O halde bu kavim ya bir çölde ya da Büyük Okyanus kenarında. Çöller sıcaklığıyla meşhurdur ancak dümdüz araziler değildir. Kumul tepeleri, kayalıklar ve kaktüs gibi bir takım bitkiler Güneş’e siper olarak insanı koruyabilir. Oysa ki deniz kıyısında insanın Güneş’ten korunmasına yardımcı olacak hiçbir siper yoktur. Bu durumda diyoruz ki; Oğuz Kağan doğuda Büyük Okyanus’a yakın bir yere kadar gitmiş ancak deniz kıyısına varmadan kıyıda yaşayan bir kavim ile karşılaşmıştır. Ayetten anlaşıldığı kadarı ile bu kavim ile bir savaş yaşanmamıştır.

İşte böyle!Biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.(Kehf,91)

4. Zülkarneyn’in Üçüncü Seferi:

a. İki Sedd ve Demirden Engel Yapılması:

Sonra yine bir sebebi izledi.

Nihayet, iki sedd arasına ulaştı. (O ikisinden/O iki sedden aşağıda) öyle bir kavim buldu ki neredeyse söz anlamıyorlardı. (Kehf, 92-93)

zülkarneyn-14“Sedd” kelimesi, doğal olan engeldir. Ayette geçen iki set Seyhun/Siri Derya ve Ceyhun/Amu Derya’dır. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının arası ise Maveraünnehir’dir. Bugün bu bölge Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında bölünmüştür. Tarihi Semerkand ve Buhara kentleri de buradadır. Oğuz Kağan Kur’an’da geçen bu son seferinde Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasındaki Maveraünnehir’e gelmiştir.

“O iki sedden aşağıda”; resimde altta görülen Amu Derya/Ceyhun ırmağının aşağısında/güneyinde neredeyse hiç sözden anlamayan bir kavim/millet/Yecüc ve Mecüc bulunmaktadır.

Dediler: “Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramızda bir sedd yapman (olman) şartıyla sana vergi verelim mi?” (Kehf, 94)

Bu kavim Zülkarneyn’e Yecuc ve Mecuc isimli kavmi şikayet ederek, onların bozgunculuk yapmakta olduklarını bildirmiş, Maveraünnehir’in yönetimini verip, haraç vermeyi teklif etmiştir. Maveraünnehir’in yönetimini almakla Türkler doğal bir sedd oluşturacaktadır. Türklerin burada doğal bir “Sedd” olarak görülmesi Yecüc ve Mecüc denilen topluluğun Türklerden çekindiğini göstermektedir.

Dedi: “Rabbimin beni içinde tuttuğu imkân ve güç daha üstündür. Siz bana bedensel gücünüzle destek verin de onlarla sizin aranıza çok muhkem bir redmen/engel çekeyim.” (Kehf, 95)

Oğuz Kağan Maveraünnehir’deki kavmin teklifini reddederek, onlar ile Yecüc ve Mecüc arasına bir engel yapmayı teklif etmiştir. Sedd kelimesi doğal engeli anlatırken, bu ayetteki Redmen kelimesi bir boşluğu doldurmak suretiyle, insan eli ile yapılan engeli tarif eder.

“Bana demir kütleleri getirin!” (İki yamacın arası, yamaçlarla aynı seviyeye gelinceye kadar körükleyin). Onu ateş haline koyunca da “Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim!” diye seslendi.

Artık onu ne aşabildiler ne delebildiler.

Dedi: “Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi haktır.” (Kehf, 96-98)

Ayetlerden anlaşıldığı üzere Oğuz Kağan Maveraünnehir’deki millet ile Yecüc ve Mecüc arasına demirden bir engel yapmıştır. Yukarıda Kehf 93 ayetinden de anlaşıldığı üzere bu engel Ceyhun ırmağının aşağısındadır/güneyindedir.

Peki tarihte böyle bir demirden engel var mı, varsa nerede?

Demirkapı tarihî dönemde Orta Asya’nın Maveraünnehir kesiminde, bu bölge güneyinde bulunmuş olan bir meşhur geçittir… (Vikipedi)

Şimdi “3. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Srmpozyumu 2010 – Eski Uygur ve Çin Kaynakları Işığında Orhun Yazıtlarında Geçen Yer ve Kişi Adları – Mehmet Ölmez” makalesinden bir bölüm aktarıyoruz:

Xuanzang Biyografısi’ndeki bilgiler, Demir Kapı ve Türklerin burayla olan bağı konusundaki en eski bilgilerdendir… 11. yüzyılın ilk yarısında Beşbalıldı Şingko Şeli Tutung’un Çinceden Uygurcaya çevirdiği Xuanzang Biyografısi’nden (Xuanzang 7. yy’da yaşamıştır):

Çince metinde iki kez görülen Demir Kapı geçidi ilk geçtiği yerde ayrıntılı olarak tanımlanır: Buhara ve sonra da Kusana’dan öteye giden Xuanzang, 300 li (150 km) sonra dağların arasından geçer ve Demir Kapı’ya girer. Dorukları dar ve tehlikeli, demir filizleri içeren kayalıkların bulunduğu bir yerdir. Bu kayaların üzerine bir kapı inşa edilmiş, kapının da üzerine birçok demir zil takılmıştır. Demir Kapı denmesinin nedeni budur. Burası Türklerin uçtaki hisarıdır. Demir Kapı’dan öteye gidilince Toharların ülkesine ulaşılır.

Şimdi de İmre Baskı’nın “Demirkapılar” tebliğinden aktarıyoruz:

Sekizinci asrın ilk on yıllarından tarihlendirilen Türk runik harfli yazıtlarda Temir kapïγ (‘Demirkapı’) toponimi sık sık anılmaktadır. Tonyukuk yazıtından Köktürklerin İnci ırmağını (Amu Derya/Ceyhun) geçerek, düşmanlarını Demirkapının ötesine kovup, imparatorluğun hudutlarını daima imparatorluğun batı sınırı sayılan Demirkapı geçidine kadar genişletmiş olduklarını biliyoruz. Köktürk anıtlarında o kadar sık geçen meşhur Temir qapïγ gerçekte ne idi ve nerede bulundu? Kabul edilmiş görüşlere göre bu yer Belh kentini Semerkant’a bağlayan yol üzerinde kayalık bir geçit (veya dağ boğazı) idi. Thomsen’e göre 12-20 m genişliğinde, 3 km uzunluğunda dar dağ geçidi dünya harikalarının biri namına lâyıktır…

En meşhur “Demirkapı” hiç şüphesiz Köktürk yazıtlarının demin adı geçen Maverünnehir’deki Baysun-tau dağında bugünkü Derbent/Darband adlı köyün yakınında, eski Semerkant-Tirmiz (Termez) yolu boyunda bulunmaktadır (Bugünkü Afganistan, Badahşan eyaleti, Feyzabad şehri, Derbent köyü). En erken anılması, boğazdan 630’da geçen ve yöreyi şu sözlerle anlatan meşhur Çinli seyyah Hiuan-tsang’a aittir: “Güneydoğuda, dağlarda, yaklaşık ikiyüz li (100 km) katetti ve Demir Kapı’ya girdi. Sağda ve solda olağanüstü yükseklikte, birbirine paralel iki dağ (İki yamacın arası yamaçlarla aynı seviyeye gelinceye kadar körükleyin (Kehf, 96) arasında bulunan boğazlara bu ad verilmiş. Dağlar çok dar ve üstelik dik uçurumlarla çevrili bir keçi yolu ile birbirinden ayrılmış. Bu dağların her iki yamacı da, demir renkli birer taş duvar görünümünde. Geçit yerine, demirle sağlamlaştırdıkları iki kanatlı bir kapı yerleştirmişler. Kapı kanatlarına da bir sürü demir çıngırak asılmış, aşılması güç ve çok iyi korunmuş olduğu için bu geçide bugünkü ismini takmışlar.”…

Boğazdan geçen ilk Avrupalı, Kastilyalı III’ncü Henri’nin 1404 yılında Timur sarayına elçi olarak gönderdiği Clavijo olmuştur. Söz konusu geçidi kendisi de aşağı yukarı Hiuan-tsang gibi tanımlayıp şunları ekledi: “Söylendiğine göre, eskiden bu geçidi demirle kaplanmış bir kapı kesmekte imiş”…

Şehrin bugünkü adı Farsça darband (dar ‘kapı’ + band ‘metal sırığı; engel, bent, mâni’, sözü sözüne ‘sırıklı / engelli(?) kapı’ manalı) ifadesinde kaynaklanmaktadır.

Oğuzların önemli destanı olan Dede Korkut kitabında Demir Kapı toponimi birkaç kez ortaya çıkmakta, her zaman kesinlikle Derbend’le, doğrusu Derbend geçidiyle bağlı olarak geçmektedir. Örneklerimiz: 1. “Demir Kapı Derbendindeki demir kapıyı tepip alan Kıyan Selçük…”; 2. “Demirkapı” Derbendinde bey olan Kiyan Selçuk oğlı Deli Dündar”…

Orhun yazıtlarında da İmparatorluğun batı sınırı olarak “Demirkapı”dan çokça bahsedilir. Prof.Dr.Muharrem Ergin’in Orhun Abideleri kitabından aktarıyoruz:

…Batı’da İnci Nehri’ni (Amu Derya/Ceyhun) geçerek Demirkapı’ya kadar ordu sevkettim… (Kül Tigin, Güney Yüzü 3-4)

Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. Başlıya bağ eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırgan Ormanı’na kadar, Batıda Demirkapı’ya kadar kondurmuş… (Kül Tigin, Doğu Yüzü 2)

…Doğu’da gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edivermiş. Batı’da Demirkapı’ya kadar ordu sevk edivermiş… (Kül Tigin, Doğu Yüzü 8)

…Amcam Kağan ile Doğu’da Yeşil Nehir, Şantung ovasına kadar ordu sevk ettik. Batı’da Demirkapı’ya kadar ordu sevk ettik… (Kül Tigin, Doğu Yüzü 17)

Bunlardan ayrı (Bilge Kağan, Doğu Yüzü 3-4-8-15, Kuzey Yüzü 3) ve (Tonyukuk 2. Taş, Güney 2) yazılarına da bakılabilir.

Demirkapı’nın bulunduğu dar geçidin 20.yy’ın sonunda Japon rahiplerce çekilen fotoğrafı:

zülkarneyn-1593. ayetten bu yana anlattıklarımızı özetlersek; Oğuz Kağan son seferinde Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasındaki Maveraünnehir’e geliyor. Buradaki kavim Ceyhun’un güneyinde bozgunculuk yapan Yecüc ve Mecüc isimli bir kavim olduğunu söylüyor ve Oğuz Kağan’a ülkenin yönetimi vermeyi teklif ediyor. Oğuz Kağan bu teklifi reddederek onlar ile Yecüc ve Mecüc arasına, bugünkü Afganistan’ın Feyzabad şehri Derbent köyü yakınlarında bulunan iki dağ arasına bir Demirkapı inşa ediyor.

b. Yecüc ve Mecüc Kimdir:

Soğd milletini düzene sokayım diye İnci Nehri’ni (Ceyhun’u) geçerek Demirkapı’ya kadar ordu sevk ettik… (Kül Tigin, Doğu Yüzü 39)

Orhun yazıtları M.Ö 500 yıllarına aittir. Buraya göre Ceyhun’un güneyindekiler Soğdlar.

Yukarıda da 7. yy’da Çinli Xuanzan’ın biyografisinde de şöyle diyordu:

…Bu kayaların üzerine bir kapı inşa edilmiş, kapının da üzerine birçok demir zil takılmıştır. Demir Kapı denmesinin nedeni budur. Burası Türklerin uçtaki hisarıdır. Demir Kapı’dan öteye gidilince Toharların ülkesine ulaşılır.

Buraya göre de Ceyhun’un güneyinde Toharlar var.

Şimdi “Türkler ve Toharlar Arasındaki Münasebetler – Dr. Lilia Yu Tuguşeva” makalesinden bir bölüm okuyalım:

Soharlar hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler yeterli derecede ele alınıp incelenmiştir. Toharlara ait ilk bilgiler eski Yunan tarihçilerinin eserlerinde bulunmaktadır. Bu tarihçilerin verdiği bilgilere göre Toharların büyük bir kısmı eski dönemlerde Amu Derya nehrinin güney tarafında yaşamaktaydı ve bundan dolayı bu bölge daha sonraları Toharistan adını almıştır. Kaynaklarda ayrıca bu halkın Orta Asya’nın başka bölgeleriyle Tartun nehri havzasında da yerleşmiş olduğu ifade edilmektedir. Araştırmacılara göre Toharlar Orta Asya’ya Uzak Batı’dan gelmiş Hint Ari kabilelerine mensuptur. M.Ö. II. yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren Toharların yaşadığı araziler M.Ö. 128’den M.S. IV. yüzyılın ortasına kadar Kuşan Devleti’nin sınırları içinde kalmıştı…

Kuşan teriminin etimolojisi şimdiye kadar açıklanamamıştır. Hanşu’ya (Han hanedanının tarihi) göre Kuşan Devleti’nin meydana gelmesinde M.Ö. II. yüzyılın başlarında Hunlar tarafından Yüeçilerin (Yüeçiler Büyük Yüeçiler ve Küçük Yüeçiler olarak ikiye ayrılıyordu belki Yecüc ve Mecüc onlardı) batıya sürülmesi önemli bir etken olmuştur. Batı istikametine giden Yüeçiler Saka kabilelerini püskürterek eski Baktriya bölgesini işgal etmişlerdir. Kuşan Devleti beş Yüeçi kabilesinin birinden oluşmuş ve devlet bu hanedanın adını almıştır…

Bu anlatılanlar ışığında diyebiliriz ki Yecüc ve Mecüc Toharlar, Soğdlar veya Yüeçiler’dir. Yapılacak tarihi ve dil bilimsel araştırmalar bu konuya da netlik kazandıracaktır.

Yecüc ve Mecüc E-c-c kökünden gelmekte olup Müfredat’da bu kelime için aşırı sıcaklık anlamındadır, yazar.

SONUÇ

Zülkarneyn iki boynuz sahibi demektir. Türkler’de boynuz, geyik, gök ve Tanrı ile ilişkilidir. Neredeyse 40.000 yıllık resimlerde abartılı boynuz resimleri göze çarpmaktadır. Bu husus Beyaz Piramitler’deki Oğuz Kağan’ın boynuzu bulunan taç figürleri ile birleşince, Zülkarneyn’in bir Türk Kağanı olan Oğuz Kağan olması nerdeyse netlik kazanmaktadır. Oğuz Kağan önce batıya Hazar Denizi kıyısına gitmiş buradaki kavim ile savaşmış, daha sonra doğuya yönelerek Büyük Okyanus’a yakın bir mevkiye kadar gitmiştir. Son olarak da Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasındaki Maveraünnehir’e gelmiş, buradaki kavim ile Yecüc ve Mecüc arasına Ceyhun ırmağının güneyine bir Demirkapı inşa etmiştir. Ayetlerde belirtilenlerin Asya coğrafyası ile örtüşmesi de anlatılanların gerçeğin ifadesi olduğunu açıkça göstermektedir.

Zülkarneyn demişti ki:

“Bana demir kütleleri getirin!” İki ucu tam denkleştirince, “Körükleyin!” dedi. Onu ateş haline koyunca da “Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim!” diye seslendi.

Artık onu ne aşabildiler ne delebildiler. (Kehf, 96-97)

TÜRK’Ü DEMİRDEN, DEMİRİ TÜRK’TEN AYIRAMAZSIN…

Türk, Oğuz beyleri, milleti iştin: Üstte gök çökmese altta yer delinmese ilini töreni kim bozabilir…

ZÜLKARNEYN

KAYNAK : http://kurandini.net/index.php/zulkarneyn-oguz-kagan-dir.html

Türk Adı ve Türkler

Türkler, adeta gökten bir yere durmaksızın indirilen veya yeraltından kaynayan ve durmaksızın beslenen bir unsur olarak durmadan başka sahalara akmışlar, göçmüşler ve yerleşmişlerdir.
En eski topluluklardan olan Türk topluluğunu en iyi özetleyen cümlelerden biridir bu. Tarih içerisinde zaman zaman göç eden Türkler, çeşitli coğrafyalarda bulunmuşlardır. Bu göçler ve yerleşmeler sonucunda ise bulundukları coğrafyaları etkilemiş ve etkilenmişlerdir. Bu etkileşimler sonucunda da “Türk” adı topluluktan topluluğa, coğrafyadan coğrafyaya farklılık göstermiş, farklı anlamlar almış ve bu anlamlar o toplulukların Türk’e bakış açısını göstermiştir. Türk toplumunun tarih içerisinde birçok coğrafyada bulunması, bu adın yayılmasını ve toplumlar arasındaki bilinirliğini arttırmıştır. En eski yazılı kaynaklardan kutsal kitaplardaki rivayetlere kadar “Türk” adı ve anlamı araştırılmış, en az Türklerin yayıldıkları coğrafya kadar geniş bir bilgi alanı oluşturulmuştur.

1.  Türk” Adının Ortaya Çıkışı

Araştırmacılar, Türklerin çok eski bir millet oluşu nedeniyle “Türk’’ adının eski kaynaklarda aranması gerektiğini ve yaptıkları birçok çalışma olduğunu söylemişlerdir. Bugün anladığımız şekilde ‘’Türk’’ adı, ilk olarak siyasi bir isim olarak karşımıza çıkar. Buna göre, “Türk” adı ilk olarak Çin yıllığı Çou-Gu’da Göktürk birliğini göstermek üzere 542 yılında ve Batı Wei İmparatoru T’ai-tsu tarafından Göktürk şefi Bumin’e elçi gönderilmesi münasebetiyle de 545 yılında görünmektedir. Bundan evvelki devirlerde böyle bir kavim adına pek sarih olarak tesadüf etmediğimiz için, bazı yabancı alimler “Türk” sözünün mevcudiyetini bu tarihten itibaren başlatmaktadırlar.

‘’Türk’’ adı topluluk ismi olarak ilk defa Göktürk Yazıtları’nda kullanılmıştır. Yazıtlarda bu topluluğun adı, bazen “Türük budun” olarak zikredilmiştir. Burada üzerinde durmak istediğimiz bir konu var. Bugün kullandığımız “Gök” sözcüğü eskiden kullanışlı şekliyle ‘kök’ (kö:k) gök, gök rengi,mavi,boz anlamlarını verir. “Türk” renk yönleme sisteminde mavi doğuyu anlatır. Bu yüzden Köktürk “Doğu Türkleri” anlamına gelir. Burada Göktürklerle ilgili belirtebileceğimiz bir başka bilgi ise, o zamana kadar bir topluluk isminin siyasi isim olarak sadece Hun Devleti’nde kullanılmış olmasıdır. Türk kültürüne mensup ve Türkçe konuşan toplulukları ikinci defa “Türk” siyasi adı ile Göktürk devleti çatısı altında toplanmıştır.

1.1. ‘’Türk’’ Adının Anlamı ve Yayılışı

Göktürklerle birlikte kullanılmaya başlanan “Türk” adının yayılmasındaki birinci etken, Türklerin çevrelerinde yaşayan topluluklarla mücadele etmesidir. Bu mücadelelerde zafer kazanması, farklı coğrafyalarda “Türk” adının yayılmasını ve bilinmesini sağlamıştır. “Türk” adının en geniş çapta yayılması ise Türklerin İslam dinini kabulünden sonra başlamıştır. Barthold, “Türk” adının yayılmasını, onu rastladıkları bütün Türk göçebelere ihsan ederek umumileştiren Müslüman yazarlara yükleyerek aktarır.

Bu yayılma sırasında “Türk” adının anlamını incelediğimizde, birçok araştırmacının “Türk” adına farklı anlamlar yüklediğini gördük. Belki de bunun nedeni, Türk topluluklarının zaman içerisinde birçok coğrafyada bulunması ve o coğrafyada bulunan topluluklarla ilişkilerinin sonucunda farklı anlamların ortaya çıkmasıdır. Çin ve Bizans kaynaklarına baktığımızda, “Türk” adının daha çok destani özelliklerle anlatılmasından dolayı buradaki anlamların ne kadar doğru olduğu şüphelidir. Ancak Macar tarihçi Vambery “Türk” adını ilk kez incelemiş, buna göre “Türk” adının Türkçede “türemek” manasında olan “türe- veya törü-“ den türemiş olup ‘yaratılmış mahluk’ manasına geldiğini söylemiştir. Bu kelime ilk önce “Törük” ,sonra “Türük” ve daha sonra da “ü” harfinin düşmesiyle birlikte “Türk” haline gelmiştir. Vambery’nin bu izahatı akıllara Göktürklerin Türeyiş Destanı’nı getirmekte, Ergenekon vadisinden çıkan bu toplulukla, Vambery’nin “Türk” adına yüklediği anlam arasında bir bağ olduğu söylenebilir.
Ziya Gökalp’e göre “Türk” adı “töreli, gelenekli” anlamına gelmektedir. Alman Türkolog F.W.K. Müller’ in Uygur metinlerinde tespit ettiği “Türk” kelimesi “kuvvetli, güçlü” anlamına gelmektedir. “Türk” kelimesinin, kavim adı olan “Türk” ile aynı olduğunu ilk defa A.V. Le Coq ileri sürmüş, Wilhelm Thomsen ve Gyula Nemeth bu görüşü kabul etmiştir. Ünlü Türk dilcisi Kaşgarlı Mahmut, “Türk” adının Türk milletine Tanrı tarafından verildiğini ve “olgunluk çağı” anlamına geldiğini söylemiştir. Aynı zamanda Kaşgarlı Mahmut’un eserinde “Türk” adı “vakit” anlamına gelen bir kelime olarak da karşımıza çıkar.

2. ‘’Türk’’ Adı ile İlgili Rivayetler

Türkler birçok milletin tarihini etkilemişler, destanlarına hatta efsanelerine girmeyi başarmışlardır. Birçok kavim ve millet “Türk” adına farklı rivayetlerle kendi kültürlerine göre farklı anlamlar vermiş ve farklı şekilde yazmışlardır.
İsrailiyat kaynaklarından olan Tevrat rivayetlerine göre, Türk Nuh’un neslindendir. Türk Nuh’un üç oğlundan Yafes’in torunu olarak kabul edilir, bazı kaynaklarda Türk’ün doğrudan doğruya Yafes’in oğlu olmamakla beraber onun neslinden olduğu da kabul edilen görüşler arasındadır.

En dikkat çekici rivayetlere ise Arap kaynaklarında rastlıyoruz. ‘’Türk’’ adı Çin’den sonra en eski olarak Arap kaynaklarında geçer. İslamiyet öncesi Arap kaynaklarında ilk olarak Cahiliye Devri şairlerinin divanında geçmektedir. Sahih olduğu bilinmemekle beraber İslam Peygamberinden rivayet edilen “Türkler size dokunmadıkça onlarla sulh içinde yaşayın.” hadisi de “Türk” adının geçtiği önemli bir rivayettir.
Diğer bir Arap kaynağında da, Türkler Yecüc-Mecüc seddinin arkasında terk edilmiş bir kavim olduğundan veyahutta Yafes’e düşen toprak sahasının insandan yoksun, terk edilmiş bir durumda olmasından dolayı Türklere “Terek” adı verilmiş ve zamanla “Türk” adının buradan geldiği kabul edilmiştir.

İslam kaynakları aynı zamanda İran rivayetlerini naklederken de “Türk” adından bahseder. Hükümdar Farüdün ülkesini üç oğlu Sarm, İrac ve Turac arasında bölüştürdü. Ortaya çıkan taht kavgalarında İrac diğer kardeşleri tarafından öldürüldü ve İrac’ın yerine geçen oğlu Manüçithra babasının intikamını almak için Türk ülkesine giderken Turac’ın neslinden Afrasyab ile karşılaştı ve savaştılar. Bu savaşlardan sonra iki ülke arasında sınır ok atarak belirlendi ve bir İranlı tarafından Teberistan’dan atılan bu ok “Ceyhun-Amu Derya Nehri” üzerine düşmesiyle bu nehir iki ülke arasında sınır sayıldı bundan böyle İran rivayetlerinde Türk ülkesinden “Turan”, Fars ülkesinden de “İran” tabirleri ile bahsedilmiştir.

Göktürk Yazıtlarında da “Türk” adı şöyle geçer:

“Türk milletinin, adı ve ünü yok olmasın diye, Babam Kağan’ı, Annem Hatun’u, yükselterek(tahta çıkarmış olan) Tanrı!”

3.  Yabancı Kaynaklarda Geçen ‘’Türk’’ Adı

3.1. Roma Kaynakları

Türklerin mitolojisine mensup olan kurt sembolünün Etrüsklerde de görülmesi Türk-Etrüsk yakınlığını ortaya koyuyor. Bundan dolayı da “Etrüsk” adına da “Türk” adının yansımış olabileceği düşünülüyor. Roma kaynaklarında İç Asya ve Karadeniz’in kuzeyindeki kavramlarla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bazı coğrafyacılara göre bu alana Türklerinde dahil oldukları, bundan dolayı da bu kaynaklarda Türklerden de bahsettikleri düşünülüyor. “Pomponius Mela, Azak Denizi dolaylarındaki, Türklerden “Tyrcae” olarak söz eder.”

3.2. Eski Yunan Kaynakları

Yunan-Bizans tarihçileri doğudaki ve Karadeniz’in kuzeyindeki kavimlere genel ad olarak İskit demiştir. Türklerde “İskit” kavramına uzun bir süre dahil edilmiştir. İskitlerin özelliklerinde Türk özelliklerinin de görülmesi bu kavimlerin birbirlerini kültürel anlamda etkilediğini gösteriyor.
Yunan kaynaklarında Türkleri öğrenebilmek için en eski kaynaklara bakılması gerekiyor. Ana kaynak niteliği taşıyan Herodots’un eserinde “Türk” adını J.U.Hammer ve Avustralyalı bilgin Wilhelm Tomaschek araştırıyor. Hammer’ a göre Herodots’ un doğu kavimleri arasında söylediği Targitaların Türk olduğuna dair görüşleri vardır. Tomaschek ise Herodots’ un Tyrikae (Jyrkae) diye bahsettiği kavmi Türk olarak kabul etmiştir. “Türk” sözü K. Frak’a göre Herodots tarihinde sözü edilen Saka Türklerinin dillerine göre “Deniz kıyısında oturan adam” anlamına gelmektedir.

3.3. Hint Kaynakları

Hint kaynaklarında Türkler, Kuzey kavimleri arasında gösterilmiştir. M.Ö. binli yıllardan itibaren Hint alemi ile Kuzey kavimleri arasında bir ilişki mevcuttur. Hatta Hint kaynaklarında “Turukha (veya Turuşka)’lar ve Thrak’lar”, “Türk” adını taşıyan kavim sanılmışlardır.

3.4. Bizans Kaynakları

Bizans kaynaklarında “Türk” kelimesi “Turkos” şeklinde geçer. Bizans kaynakları; Göktürkleri, Sabirleri, Hazarları, Selçukluları, Mısır kölemenlerini ve Osmanlıları da “Türk” adı ile anmışlardır. Coğrafi ad olarak “Türkiye(Turkhia)” tabirine de ilk defa Bizans kaynaklarında rastlanır. Macarları da “Muntazam Türk” olarak adlandırırlar. Bizans kaynaklarında Hun yerine “Türk = Tourkoi” adınınolarak ilk defa 582 yılında ölen Agathisas tarafından söylendiği biliniyor. W.H. Haussing Türk’ün “kudretli, güçlü” olduğunu belirtir.
Bizans kaynaklarında dikkati çeken diğer bir hususta Türkleri Troyalıların neslinden saymalarıdır. XV. yüzyılda İstanbul’u fethederek intikam almış olduklarını öne sürerler. Tabi bu bilgi sağlam bir temele dayanmamaktadır.

3.5. Çin Kaynakları

Millet ve devlet adı olarak “Türk” kelimesi, Çin’ de Chou sülalesi (557-579) yıllığında görülmüştür. “Chou-shu’da Tu-kué’lerin (Türklerin) ataları, Kiungnu’ların kuzeyinde bulunan So- Devleti’nden gelmektedir.” “T’u-chue yani T’u-kue”, “Türk” kelimesinin Çincedeki telaffuzudur.
Çinliler Türk kelimesini kendi fonetiklerine göre ancak “T’u-kue” şeklinde yazabilmişlerdir. Bu kelime çift heceli olarak gözükmektedir. Buradan da “T’u-kue” kelimesinin “Türk” değil, “Türük” kelimesinin karşılığı olduğunu anlıyoruz.

Çin kaynakları “Türk” kelimesinin en eski çağlarını kaydetmişlerdir. Fakat Türkçeye uygun olmayan harf sistemleri nedeniyle, onun Türkçeye göre tam karşılığı bilginler tarafından tartışma konusudur. Fransızca imla ile E. Chavannes “Tou-kiou” , P. Elliot “T’u-kiue” Türkçe harflerle W. Eberhard “Tu-cue”, Çince imla ile P. A. Boodgers ve Bahaeddin Ögel “T’u-chüeh” olarak ifade etmişlerdir.

3.6. Macar Kaynakları

Macarlar ile Türklerin ilişkisi Hun devrine kadar gitmekte hatta erken devirlerde Macarlar bir Türk boyu kabul edilmektedir. Macarların dilinde Türk ismi iki heceli ve “Török” biçiminde ifade edilmiştir. Ancak bu adlandırma olağan kabul edilmelidir; çünkü Macarlar genellikle “ü” olan Türkçe sesleri “ö” olarak kendi dillerine mal etmişlerdir.

3.7. Soğd Kaynakları

İranlı bir kavim olarak kabul edilen Soğdlar Türklerle erken tarihlerden beri yakın ilişkiler kurmuşlardı. Onların bir kısmı ticarete yatkın bir kavim olarak, Orta Asya’da Türk boylarının bulunduğu bölgelerden geçerek Ötüken yöresine kadar gitmişlerdi. Göktürk devletinin kurulduğu yıllarda Soğdlar Göktürk devletinin hizmetinde bulunmuşlardır ve onların öteki devletlerle ilişkilerinde önemli yerleri olmuştur. Soğd dilinde yazılmış Türk ismi en eski tarihli belge olarak Bugut yazıtında geçmektedir. Göktürklerin ilk döneminden kalan bu yazıtta “Türk” ismi “Tr’wkt” Türkler diye çoğul halinde geçmektedir. Soğdçadaki “Tr’wk-‘Truk” telaffuzunu karşılamaktadır.

3.8. Rus Kaynakları

X-XI. yüzyılın etkilerini gösteren Rus kaynaklarında “Türk”, “Tork” veya “Torki” şekillerinde yazılmaktadır.

3.9. Tibet Kaynakları

Türklerin yaşadığı sahanın güneyinde kalan Tibet’in kaynakları, VIII. yüzyıldan sonra, değişik bir alfabe imkanı ile Türk adına ışık tutmaktadırlar. Son yıllarda gittikçe artan Tibet tetkikleri sayesinde “Türk” adının ilk zamanlardaki iki heceli olabilme özelliği elde edilmiştir. Tibetliler kuzey komşularını “Dru-gu” olarak yazmaktadırlar. Bunda Tibet alfabesinde “Türk” kelimesindeki son iki harfi olan “rk” yi yazmanın zorluğu etkili olmalıdır. Türklere batı ve güneyden temas eden kavimlerin verdikleri adlar, genellikle birbirine benzemektedir. Türklerin en yakın ilişkide oldukları Soğdlar, sonra Hoten-Sakaları ve nihayet daha uzaktaki Tibetliler dir. Tibetlilerin verdiği “Dru-gu”, erken devirlerdeki iki heceli “Türük” şeklini “Truk” da sonraki “Türk” yazılışının bir yankısı olabilir. Türgeşlerin ismi bu kaynaklarda “Dur-gyis” biçimde geçtiğinden, “Türk” de “Dur-gu/Dur-ku” biçimde yazılması gerekirdi diye düşünülebilir.

3.10. Hoten – Saka Kaynakları

Doğu Türkistan’da milat ve sonraki yüzyıllarda yaşayan ve İranlı (Tokhar) kabul edilen erken devir Hoten metinlerinde Türkler için “Ttruk” dendiği tespit edilmiştir. Daha geç zamanlarda ise “Tturka” şekli de bilinmektedir. Bu iki türün, yani “Truke” ve “Turke” benzeri ifadeler Soğdlar tarafından kabul edilmiş idi. Bu arada Hotencede sessiz harf ile biten yabancı kelimelerin sonuna “-e” getirilmesi yaygın imiş. Tibetçede de bunun “Truk” veya “Truka” da benzerlerini görüyoruz.

3.11. Ön Asya Kaynakları

En eski yazılı kaynaklarda “Türk” adıyla ilgili hatıralar bulunduğu zaman zaman iddia edilir. Bu arada, Ön Asya kavimlerinin en eskilerinden biri olan Sümerlerin de aslen, Türkistan sahasından geldikleri de belirtilir. Çünkü Sümer dili ve Türk dili arasında dikkate değer bağ ve yakınlık bulunmaktadır. Sümer, Akad, Hitit ve Urartularda “Türk” adını çağrıştıran özel adlar bulunmaktadır. “Turci”, “Turki” ve “Turukku” bunlar arasında en çok dikkati çekenlerdir. M.Ö. 3. ve 2. bin yıllarına ait bu kayıtların, doğrudan Türkleri kastettiğine dair bilim aleminde yaygın bir kabullenme bulunmamaktadır.

SONUÇ

“Türk” adı siyasi olarak ilk defa Çin yıllıklarında geçmektedir. Topluluk adı olarak ise Göktürk Kitabelerinde geçmiştir.
“Türk” adının yayılmasında hiç şüphesiz en önemli etken, Türklerin göçebe bir kavim oluşu ve çevrelerinde yaşayan topluluklarla mücadele etmeleridir. Türkler, İslam’ı kabul ederek büyük zaferler kazanmaya başlamışlardır. Bu da, “Türk” adının yayılmasında önemli bir etken olmuştur.

“Türk” adının anlamları değişiklik gösterebilir. “Türk” adını ilk kez inceleyen Vambery’e göre “Türk” adı “türemek” fiilinden gelmektedir. Ziya Gökalp ise “Türk” adına “töreli, gelenekli” anlamlarını vermiştir. Kaşgarlı Mahmud’a göre de “Türk” adı milletine Tanrı tarafından verilmiş olup “olgunluk çağı” anlamına gelmektedir.
“Türk” adıyla ilgili rivayetlerde birçok milletin kendilerine göre verdikleri anlamlar oldukça dikkat çekicidir. Tevrat Türk’ü Nuh’un torunu olarak kabul ederken, Araplar “Türk” adının terk edilmiş anlamında “Terek”ten geldiğini rivayet ederler.

Çeşitli telaffuz şekillerinden en dikkat çekicileri ise Bizans, Roma, Macar ve Soğd kaynaklarıdır. Bizans kaynaklarında “Turkos”, Roma kaynaklarında “Tyrcae”; Macar kaynaklarında “Török” ve Soğd kaynaklarında da “Tr’wk” olarak “Türk” adı karşımıza çıkar.
“Türk” adını her millet kendi kültür ve anlayışına göre aktardığı için, farklı telaffuz biçimleriyle ve çeşitli anlamlarla karşılaşırız. Yine de “Türk” adının birçok farklı kaynakta karşımıza çıkmasından anlıyoruz ki, Türkler hem siyasi hem askeri alanda, her devirde aktif rol oynayarak birçok milletin kültürüne ve tarihine girmeyi başarmıştır.

KAYNAK :

Merve Tuti, Oğulcan Şentürk, Fatma Nur Şahin, Ramazan Küçüker

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

ANADOL, Cemal – ABBASLI, Nazile – ABBASOVA, Fazile, Türk Kültür Ve Medeniyeti, Türkiyem Dergisi Yayınları.

BAYKARA, Tuncer, Türk Adının Anlamı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1998.
Türk, Türklük ve Türkler, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, Ankara 2006.

ERCİLASUN, Ahmet Bican, Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.

GOLDEN, Peter, Türk Halkları Tarihine Giriş, “Orta Çağ ve Yeni Çağ’ da Avrasya ve Ortadoğu’ da Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu”, çev. Osman Karatay, Karam Yayınları, Çorum 2006, s. 126-128.
HUNKAN, Ömer Soner, Orta Asya’ da X ve XIII. Yüzyıllarda Türk Adı Üzerine Bazı Kaynaklar, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi Sayı 2, Ankara 2005.

KAFESOĞLU, İbrahim, “Tarihte Türk Adı”, Türkler C.1, -ed. H.Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca.- Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2006, s.308-318.
Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997.
KAŞGARLI MAHMUD, Divanü Lugat’it – Türk, yaz. Besim Atalay, Alaeddin Kıral Basımevi, Ankara 1943, s. 674.
KOCA, Salim, Tarihte Türk Adı, Türk Yurdu Dergisi Sayı 308, Nisan 2013.
ORKUN, Hüseyin Namık, Türk Sözünün Aslı, TDK Yayınları, Ankara 2004.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1980.
SİNOR, Denis, “(Kök) Türk İmparatorluğunun Kuruluşu ve Yıkılışı”, Erken İç Asya Tarihi, çev. Talat Tekin, İletişim yayınları, İstanbul 2002.

—————————————————————————————————————–

TÜRK ADI VE TÜRK SOYU

En eski ve köklü kavimlerden biri olan Türkler aşağı yukarı 4 bin yıllık mazileri boyunca, Asya, Avrupa ve Afrika kıt‘alarına yayılmış bir millettir. Orta Asya’daki Anayurttan etrafa yaptıkları sürekli göç hareketleri Türkler’in aynı zamanda nüfusça kalabalık olduğunu da gösterir. Türkler bu nüfus çokluğu ve faal durumları dolayısıyla dünya tarihinde mühim rol oynamışlardır.

“Türk” Adı:

Türkler’in eski bir millet oluşu araştırıcıları Türk adını en eski tarih kaynaklarında aramağa sevketmiştir. Geçen asırdan beri birçok bilgin tarafından ileri sürülen görüşlere göre, Heredotos’un doğu kavimleri arasında zikrettiği Targitalar, veya “İskit” topraklarında oturdukları söylenen “Tyrakae” (Yurkae) veya Tevrat’ta adları geçen Togharmanlar, veya eski Hind kaynaklarında tesadüf edilen Turukhalar (veya Turuşka), veya Thraklar, veya eski ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen Turukkular, veya Çin kaynaklarında M.Ö., 1. bin içinde rol oynadıkları belirtilen Tikler( veya Di) ve hatta Troialılar vb. bizzat “Türk” adını taşıyan Türk kavimleri oldukları kuvvetle muhtemeldir.

İslâm kaynaklarında teferruatlı şekilde nakledilen İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile, İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde de “Türk” adı aranmış Nuh’un torunu (Yafes’in oğlu) Türk’de, veya İran rivayetindeki Feridun (Thraetaona)’un oğlu Tûrac veya Tûr (Tûran, buradan geliyor) da Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.

Tevrat rivayetlerinde Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiştir. Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğlundan biri olan “Türk”e bırakmıştır.

Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihine “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.

Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS. VI. yy’da kurulan Gök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk  Devleti’nin ilk defa resmî olarak kullanan siyasî teşekkülün GÖK-TÜRKİmparatorluğu olduğu bilinmektedir. Gök-Türkler’in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonradan Türk milleti’ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

MS.585 yılında Çin İmparatoru’nun GÖK-TÜRK Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin imparatoruna verdiği cevabî mektupta “Türk Devleti’nin Tanrı Tarafından Kuruluşundan Bu yana 50 Yıl Geçti” hitapları Türk adını resmîleştirmiştir.

Gök- Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade, siyasî bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzeri millî bir isim haline gelmiştir.

Türk Kelimesinin Anlamı

Türk adına gerek kaynaklarda, gerek araştırmalarda türlü mânalar verilmiştir: T’u-küe (Türk) = miğfer (Çin kaynakları); (Türk) = terk (İslam kaynakları); Türk = olgunluk çağı; Takye = deniz kıyısında oturan adam, cezb etmek vb. gibi mânalar ve tefsirler. Geçen asırda A. Vambery’nin ilmî izaha doğru ilk adım kabul edilen fikrine göre, “Türk” kelimesi “türemek”den çıkmıştır. Z. Gökalp adı “türeli” (kanun ve nizâm sahibi) diye açıklamıştır. W. Barthold’un düşuncesi de buna yakındır. Fakat “Türk” sözünün cins ismi olarak “güç-kuvvet” (sıfat hâli ile: güçlü-kuvvetli) manasında olduğu bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır. Buradaki “Türk” kelimesinin millet adı olan “Türk” sözü ile aynı olduğu A. V. Le Coq tarafından ileri sürülmüş ve bu, Gök-Türk kitabelerinin çözücüsü V. Thomsen tarafından da kabul edilmiş (1922), daha sonra aynı husus Nemeth’in tetkikleri ile tamamen ispat edilmiştir.

İran kaynaklarında Türk sözü “Güzel İnsan” karışlığında kullanılırken, XI. Yy’da Kaşgarlı Mahmut “Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini” belirterek, “Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı”demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin “Güçlü- kuvvetli” anlamına geldiğini kabul etmektedirler.

Millet İsmi Olarak Türk Kelimesi

“Türk” kelimesini Türk Devleti’nin resmî adı olarak ilk kullanan siyâsî teşekkül “Gök-Türk imparatorluğudur (552-774). Bütün bunlar, “Türk” adının aslında belirli bir topluluğa mahsus “etnik” bir isim olmayıp, siyasî bir ad (bütün Türk soylu halkları kucaklayan üst kimlik olarak) olduğunu ortaya koymaktadır. Gök-Türk Hakanlığı’nın kuruluşundan itibaren önce bu devletin, daha sonra bu imparatorluğa bağlı, kendi hususî adları ile de anılan, diğer Türk’lerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere millî bir ad payesine yükselmiştir.

Türk Kelimesinin Coğrafi Ad Olarak Kullanılması

Coğrafî ad olarak Turkhia (= Türkiye) tabirine ilk defa Bizans kaynaklarında tesadüf edilmektedir. VI. asırda bu tabir Orta Asya için kullanılıyordu. 9-10. asırlarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmekte idi (Doğu Türkiye = Hazarlar’ın ülkesi, Batı Türkiye = Macar ülkesi). 13. asırda Kölemen Devleti zamanında Mısır ve Suriye’ye “Türkiye” deniliyordu. Anadolu ise 12. asırdan itibaren “Türkiye” olarak tanınmıştır.

Türk Soyu, Türk Irkının Özellikleri:

Tarihte Türk ırkı hakkında yapılan tanımlamalar oldukça karışıktır. Gerek Çin yıllıklarında, gerek Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Eski çağlarda Türklerin “mongoloid” gösterilmeleri, o zamanın Türk devletlerinde Moğol unsurunun çokluğu ile açıklanabilir. Türkler’in tarih boyunca en sıkı temasları, yakın komşuları olan Moğollar’la olmuş, kalabalık Moğol kütleleri Türk idaresine alınmış (Asya Hunları’nda, Tabgaçlar’da olduğu gibi) ve on binlerce Moğol, Türkler’le birlikte uzun göçlere katılmıştır (Batı Hunları’nda olduğu gibi).

Ayrıca sıkı temasların mümkün kıldığı bazı ırkî karışmalar da düşünülürse, yabancıların dıştan yaptıkları gözlemlerine hayret etmemek gerekecektir. Aslında son yarım asır içinde yapılan ilmî araştırmalar Türkler’in beyaz ırka mensup bulunduklarını ortaya koymuş ve yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan “Europid” adı verilen grubun “Turanid” tipine bağlı olan Türkler’in kendilerini başta “Mongoloid” Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolojik cizgilere sahip oldukları anlaşılmıştır (hakim vasfı beyaz renk, düz burun, değirmi çehre, hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyık).

Ayrıca, bilindiği üzere Tevrat’ta nakledilen eski ananelerde ve Türk soyu (Hâm ve Sâm’dan değil, Yafes’den türemiş olarak) beyaz ırktan gösterilmiştir. Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünnehir ve diğer Yakın-Doğu Türkleri beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü (“ay yüzlü, badem gözlü”), endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile (Gök-Türk Prensi Kül Tegin’in büstü) Ortaçağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak gösterilmiş, hatta İran edebiyatında “Türk” sözü “güzel insan” manasında alınmıştır.

KAYNAK :

http://www.tariharastirmalari.com/turkadivesoyu.html

—————————————————————————————————————–

DİĞER ALINTILAR

*** Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarih tezini savunurken şunları söyler: “Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes’in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır.”

*** Hadîs, tefsîr ve fıkıh âlimi, vâ’iz ve hatîb Peygamber Efendimizin  (S.A.V.) soyundan olan Vâni Mehmed Efendi, “Araisü’l-Kurân” adlı eserinin birinci bölümünde şöyle der: “Türklerin Benî İshâk‘tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshâk’ın, İshâk Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde, Oğuz Han’ın Yafes’in neslinden olduğunu gördüm. Türkler’in tamamı O’nun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim‘le çağdaş idi. Hatta Türkler, O’nun İbrahim’e iman ettiğini ve İshak’ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kurân-ı Kerîm’de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han’dır derlerdi.”

*** Arap tarihçisi el-Mesudi’ye (X. yy.) göre, Türkler, Nuh Peygamber’in üç oğlundan biri olan Yafes (diğerleri Ham ve Sam)’in soyundan iniyordu. “Tac-üt Tevârih” yazarı Hoca Sadettin Efendi dâhil bütün Osmanlı vak’anüvis (resmî devlet tarihçi)leri bu görüşü aynen benimsemiştir.

*** Fransız Doğubilimci, Sinolog ve Türkolog Joseph Deguignes de “Büyük Türk Tarihi” adlı kitabında, Türklerin atası olarak Nuh Peygamberin oğlu Yafes’i zikretmekte, hatta Yafes’in oğullarından birinin adının Türk olduğunu, Hazar, Türkistan ve Volga ırmağı çevresinde yaşadığını ifade etmektedir.

*** Halk Bilim Araştırmacısı Dr. Yaşar Kalafat’a göre Türklük, ismini işte bu Türk Ata’dan almıştır. Türk Ata, Hz. Adem’in torunlarından olan Hazer’in oğlu Yafes’ten türemiştir. Türk Ata, ilahi tebligat yapılan tebligatçılar hiyerarşisinde yer almaktadır.

*** Rehber Ansiklopedisi’nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı.

*** Bunları çoğaltmakta mümkündür Şöyleki;

Ebülgazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Terakime”sinde, Reşideddin’in “Cami’üt-Tevarih”inde, Oğuz Kağan Destanınında, “Tarih-i Enbiya” ve “Hükem”de, Ebülgazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Terakime”sinde, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta, Kırgızistanlı öğretim üyesi Prof. Dr. Ömürkul Yasayev’in tüm dünyada kabul gören makalelerinde ve Türkmenistan devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın “Ruhnâme” adlı eserinde bu konu detaylı olarak anlatılmıştır.